19 Nisan 2009 Pazar

İslâmcılık Üzerine Hayrettin Karaman röportaj

İslâmcılık Üzerine Hayrettin Karaman röportaj 1. "İslâmcılık" kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu adlandırma ne kadar isabetli? İslâmcılıkla Müslümanlık arasında bir fark mı var? Siz, "Islamcı" olarak nitelendirildiğinizde buna itirâzınız oluyor mu? Cevap: İslâmcılık kelimesi Meşrûtiyet döneminde "Batıcı ve Türkçü olamayan, İslâm'ı dâvâsının merkezine alan, Batıcı veya Türkçülerin/Turancıların dünya görüşü ve devlet/toplum tasavvurlarından farklı bir görüş ve tasavvura sahip bulunan kesim" mânâsında kullanılıyordu. Bugün ise kemalist, çağdaşçı, milliyetçi, solcu gibi kavramların karşısında, bunlara alternatif düşünce ve hareket için kullanılıyor. Şu halde İslâmcı terimi, siyasî ve ideolojik bir kavrama sahip bulunuyor. İslâm, beşerî tefekkürün ürünü olan diğer ideolojilerin ve dâvâların karşısına konduğunda mâhiyet ve değer bakımından da onlarla eşit bir seviyeye indirilmiş, çerçeveye sokulmuş oluyor. Yukarıda tanımlanan İslâmcılık ile müslümanlık arasında fark vardır; meselâ bugün Türkiye'de Türkçü/Milliyetçi/Ülkücü diye bilinen, böyle adlandırılan kesimin bireylerinin kahir çoğunluğu müslümandır, ama İslâmcı değildir. İslâmcı, ideolojisini ve siyasî projesini, kendi anlayışı çerçevesinde İslâm'a dayandırmaktadır. Bir teze göre Batılı veya başka bir yabancı modele İslâm elbisesi giydirmekte, bilerek bilmeyerek onu İslâm düzeni/modeli olarak takdim etmektedir. Meselâ aynı zamanda müslüman olan Türkçü ise siyasî projesini/modelini, Türk, İslâm ve Çağdaş değer ve kuralları mezcederek (böyle yaptığını söyleyerek, zannederek) oluştumakta, iddiasına göre İslâm'a aykırı olmayan ama Türk modeli olan bir yapı ortaya koymaktadır. Öte yandan o İslâmcı ile bu Türkçü/milliyetçi câmîde, düğünde, cenazede, hacda, umrede, birçok hüzün ve neşe münasebetlerinde bir arada, aynı safta bulunmaktadırlar. Bana "İslâmcı" dediklerinde, ister Meşrûtiyet dönemindeki, ister günümüzdeki mânâsında İslâmcılık ile kendi dâvâm ve konumum arasında bir aynılık ve âidiyet ilişkisi kuramıyorum. Ama benim de -karıştırma sakıncası olmasaydı- İslâmcılık diye adlandırabileceğim bir dâvâm vardır, bu dâvâ şuurlu bütün müslümanların ortak dâvâsıdır ve bu tanımlamada İslâmcı ile müslüman aynı kimliktir. Bana göre İslâmcı, müslümandır, müslüman da düşünce ve inançtan davranışa, ferdi hayattan ictimâi hayata kadar bütün alanlarda, ilişki ve eylemlerde Allah'ın irâde ve rızâsını gözeten, buna aykırı bir inanç, düşünce ve eylem içinde olmamayı hayatının gâyesi edinen kimsedir. Benim İslâmcım dünyayı tanır, başka inançlar, dünya görüşleri, hayat tarzları hakkında doğru bilgi sahibi olur, ancak bunları büyütmez, kendini hiçbir alanda geri ve aşağı görmez, "iyi kötü, ileri geri, güzel çirkin" değerlendirmelerini kendi ana kaynaklarına, değer ölçütlerine göre yapar, kendine ait değerlendirmelerde -herhangi bir alanda- geçer not alamazsa kusuru kendinde arar, telâfiyi kendi ölçütleri ve dinamikleri ile gerçekleştirmeye yönelir. İslâmcı/müslüman vahye ve İslâm aklına dayanır, beşerî ve tarihî katkısı olan kurum, değer ve kuralların eskiyeni olursa bunları yine kendine ait araçlarla yeniler (tecdid ve ictihad eder). Benim ilk işaretlerini almaya başladığım bir değişim ve gelişim de İslamcılık anlayış ve uygulaması alanında gerçekleşiyor, bu değişim, İslamcılığın yaygın anlamından benim İslamcılık tanımlamama doğru oluyor. İslam ile siyaseti ve ideolojiyi aynılaştıranlar, İslam'ın siyaset ve ideolojiyi aştığını bilmeyenler şimdi bunun hatalı olduğunu anlamaya başladılar. Türkiye'de siyasetin kendi kuralları, kadroları ve söylemi ile, İslamcılığın; yani müslüman kalma ve yaşama mücadelesinin de kendi mahiyetine ve amacına uygun kurallar, söylemler, yöntemler ve kadrolarla yapılması gerektiği anlayışına doğru bir gelişmenin rüzgârını almaktayım. Siyasal İslamcılık nisbeten yeni bir terim; müslümanlar'ın yükümlülüklerinden bir kısmının, belli bir dönemin şartları içinde öne alınmasıyla ve gerçekleştirilme stratejileriyle ilgili. Bu "bir kısmı"ndan maksat da İslam'ın siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik talepleridir. "Bütün olmadan parça da olmaz" düşüncesinden yola çıkan siyasal İslamcılar, "inancın, ibadetin, eğitimin, medeniyetin olabilmesi için siyasi iktidarın da müslümanların elinde olması gerekir" diyorlardı. Bu düşünce dün de, bugün de yanlış değildir, ancak müslümanların bütün misyonu, siyasi iktidar şartına bağlı değildir, siyasi iktidar başkalarının elinde olduğu zaman da hem İslam, hem de müslümanlar ve onların insanlığa rahmet olan dini temsil ve tebliğ vazifeleri devam eder. Ben buna da İslamcılık dediğim için "İslamcılık bitmez" diyorum. İslamcılığın muhtevasını yalnızca siyasi iktidar ile sınırlamak doğru değildir, hiçbir devrin İslamcısı da dâvasının sınırını böyle çizmemiştir. Dün siyasi iktidar da müslümanların elinde olsun diye çalışanlar, bu amaçlarına eremedikleri zaman ve zeminlerde yine İslamcı olarak misyonlarını sürdürüyorlardı. Bugünün müslümaları, bana göre hepsi aynı zamanda İslamcıdır, işte bunların bir kısmı, yaşadığımız dünyanın şartları içinde yeni bir siyasî İslamcılık çizgisi belirlediler: Demokratik, laik, çoğulcu bir düzen içinde, başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermedikçe İslam'ı, azami ölçülerde yaşamak. Bunun içinde bütün şubeleriyle sosyal hayat da vardır. 2. Bir de "dindar" kavramı var. İslâmcılık kelimesinden rahatsız olanlar dindar demeyi tercih ediyor; fakat biliyoruz ki dindarlık da çeşitli derecelerde yaşanabilir. Meselâ siz, bu memlekette Müslüman olan yüzde 90 küsurluk kesimin aynı zamanda belli ölçüler ve dereceler içinde dindar olduklarını söylüyorsunuz. "İslâmcılık" daha çok siyasî bilince işaret ediyor olmalı? Cevap: Yaygın mânâsıyla İslâmcılığın daha ziyade siyasî bilinçle ilgili olduğuna yıkarıda işaret edilmiş oldu. Dindarlık kavramı, kişi ile din arasındaki bire bir ilişki ile ilgilidir. İslâm âlimlerine göre iman ile amel arasında sıkı ilişki bulunmakla beraber, bu iki kavram birbirinden farklıdır ve ikincisi, birincinin olmazsa olmaz şartı değildir; yani kişi, amel etmese, namazı, orucu, haccı olmasa, bazı günahları günah bilerek işlese bile mümin olabilir. Dînin hüküm ve kurallarına aykırı davrandığı için bunun dünyada ve âhirette cezâsını görebilir, ama her şeye rağmen imanını korur ve Rabbine, bu iman ile kavuşursa ebedî kurtuluştan da nasibi olur, bir zaman gelir cennete girer. Dindarlık her şeyden önce bir amel, inanç ve düşünceyi uygulama, hayata geçirme meselesidir. Amelsiz veya amelî asgarî düzeyde olan müslümanlara/müminlere dindar denmiyor. Dindar miminler de amellerinin keyfiyet ve kemmiyetine göre "az veya çok" dindar oluyorlar. 3. Son yıllarda "İslâmcılar"ın, başka bir ifadeyle siyasî bilince sahip Müslümanların dindarlıklarında bir azalma olduğu gözleniyor. İslâm'ın siyasî yönüne vurgu yapan insanların bir kısmının dinî pratikleri daha az yaşadıkları, dinî hassasiyetlere daha az riâyet ettiği gözleniyor. Bu tespitlere katılır mısınız; bu durumu nasıl yorumlarsınız? Cevap: Meşrûtiyet dönemi İslâmcılarının hayatlarını araştırdığınızda, onlar arasında da dinî pratikleri eksik olanları görürsünüz. İslâmcılık inanç, siyasî tasavvur ve şuurla ilgili olduğu için bu bakımdan eksiği olmayan İslâmcılar, dindarlık yönünden eksiklikler, kusurlar, ihmâller içinde olabiliyorlar. Günümüze yakın zamanlarda biraz kavram değişikliğine de uğrayan İslâmcılığın mensupları, temsilcileri de böyle. Bunların amelce kusurlu olanlarının kusur gerekçeleri farklı; kimi eğitim almamış, kimi yaptığı "İslâmcılık" faâliyetini cihad ve en önemli/öncelikli amel olarak biliyor, diğer kusurlarını bunun örteceğini düşünüyor, kiminin de İslâm anlayışı bu gibi kusurları kusur saymıyor. Benim ilk işaretlerini almaya başladığım bir değişim ve gelişim de İslâmcılık anlayış ve uygulaması alanında gerçekleşiyor, bu değişim, İslâmcılığın yaygın anlamından benim İslâmcılık tanımlamama doğru oluyor. İslâm ile siyaseti ve ideolojiyi aynılaştıranlar, İslâm'ın siyaset ve ideolojiyi aştığını bilmeyenler bunun hatâlı olduğunu anlamaya başladılar. Türkiye'de siyasetin kendi kuralları, kadroları ve söylemi ile, İslâmcılığın, müslüman kalma ve yaşama mücadelesinin de kendi mâhiyetine ve amacına uygun kurallar, söylemler, yöntemler ve kadrolarla yapılması gerektiği anlayışına doğru bir gelişmenin rüzgârını almaktayım. 4. Dinî pratikler açısından son yıllardaki gevşemenin daha çok İslâmcıların içgelişme/ değişmesinden mi; yoksa dışarıdan/ yukarıdan yapılan müdahalelerin etkisinden mi kaynaklandığı söylenebilir? Cevap: Dinî pratiklerden namaz, oruç, hac, umre, zekât, cemâat vb. kastediliyorsa benim tesbitlerime göre bu alanlarda bir gevşeme yok, hattâ başka mahrûmiyet ve baskılara bir tepki olarak zaman zaman yoğunluğu değişen bir artmadan da söz edilebilir. Müslümanların hak ve özgürlük alanlarını genişletmek için yapılan mücadelede gevşemeden söz ediliyorsa bu doğrudur. Bana göre bu alandaki gevşemenin sebebi, 28 Şubat sürecinde yaşananlar sonunda, insanların birçok şeyi yeniden gözden geçirme durumuna girmiş olmalarıdır. Yapılanlar, söylenenler, hedefler, sloganlar gözden geçirilecek, alınan sonuçlar açısından değelendirilecek, buna göre yeni guruplar, taraftarlıklar, yöntemler, hedefler ve söylemler benimsenecektir; böyle bir sürece girilmiştir. Bunun da bir zaman alması, bu zaman içinde kararsızlık ve hareketsizlik görülmesi tabîîdir. Hızlandırmak isteniyorsa hızlı düşünenlere, halkın içine girerek, ayaklarına giderek yardımcı olmak düşüyor. 5. Türkiye'de yaşayan bir Müslümanın bugün için önceliği nedir; ya da öncelik sırası nasıl olmalı? Daha çok eğitim mi, daha çok tebliğ mi, daha çok isyan mı, daha çok uzlaşma mı? Cevap: Uzlaşma daha çok değil, hiç yoktur, olmamalıdır. Benim uzlaşmadan anladığım, karşılıklı fedakârlıklarla, kabûl ve terklerle yeni bir sistem oluşturmak ve bu sistemi hayata geçirmektir. Bir müslüman, kendine ait olmayan, kendi değerlerine ve meşrûiyet ölçülerine uygun düşmeyen hiçbir şeyi alamaz, kabûl edemez, benimseyemez, kendine ait olanı bununla değiştiremez. Laikliği örnek olarak alalım: Bu kavram, bazı düşünce, davranış ve kurumların din dışına çıkarılmasını, dînin bu alanlara müdahalesinin engellenmesini ifade etmektedir. Laikliği benimseyenlerle bir masaya oturan müslümanların uzlaşması demek, aslında dîne dahil olduğu halde bazı davranış, ilişki ve kurumların dinden bağımsız ve tabîî bazan da ona aykırı olarak düzenlenmesine ve uygulanmasına râzı olmaları demektir. Allah'ın kendi hükmüne, talimâtına, irâdesine tâbî ve bağlı kıldığı konuları O'nun hükmünden dışarı çıkarmak bir müslümanın yapacağı şey değildir. Uzlaşma, liberal İslâm adı verilen bir anlayışı benimseyen ve savunanların işidir; liberal İslâmcı, farklı okuma ve yorumlama sloganına sarılarak her gerekli gördüğünde Kur'ân'ı yeniden yazan "yorumcu" demektir. Bu sebeple ben, "uzlaşma" kelimesi yerine, "anlaşma veya sözleşme" kelimelerini tercih ediyorum. Müslümanlar aynı zamanda hâkim gücü temsil ettiklerinde ülkede temel referans İslâm (dinî delîller, kaynaklar) olur. İslâm'a inanmayanların da, bu kaynakların tanıdığı temel insan hakları vardır, bunlar tanınır, verilir ve birlikte yaşanır. Müslümanlar dünyada veya bir ülkede hâkim gücü oluşturamadıklarında, kendileri olabildiğince kâmil mânâda bir din hayatını sürdürebilmek için başkalarıyla anlaşma/sözleşme masasına otururlar. Bu masada kabûl edilen, İslâm'da olanı değiştirmez, mevcût şartlarda mümkün olanı kabûl mânâsına gelir; zarûrete ve maslâhata (müslümana faydalı olanı, zararlı olana tercih etme ilkesine) dayanır. İsyan devamlıdır. Müslüman Allah'a itâat, nefse ve şeytana isyan ile yükümlüdür; bu yükümlülük kesintisiz olarak ömür boyu sürer; çünkü şeytanı müslüman olanlar (yani şeytanları azdırmaktan ümit kesip teslim olanlar, nefisleri emmâre olmaktan çıkıp râzıye ve merzıyye olanlar) nâdirdir. Dışarıdan gelen azdırma, saptırma, hakkı ve ödevi engelleme faâliyetlerine karşı isyan da kesintisizdir; ancak bu isyanın şekli güce ve maslâhata bağlıdır; dil ile olur, gönül ile olur, tavır ile olur... Tebliğ ve eğitim, tavuk ve yumurta gibidir; biri olmadan diğeri olmaz, birini durdurarak diğeri yapılamaz; belki ağırlıkları zamana ve ihtiyaca göre değişebilir. Bilgi ve yöntem eksikliği tebliği kötü etkilediği zamanlarda, tebliğ -ki bu da bir eğitimdir- yapacak olanların eğitilmesine (eğitimcilerin eğitimine) öncelik ve ağırlık verilmelidir. 6. Geçtiğimiz yıllarda onuruyla ayakta duran insanlarımızın birçoğu, sosyal ve ekonomik durumlarında gerilemelerle karşılaştılar. Öğrenciyseler okuldan atıldılar, memur iseler işten atıldılar ya da daha az aktif olacakları bir yere gönderildiler, iş adamı iseler işleri aksadı. Bu durum gerek tek tek bireylerin hayalleri açısından, gerekse bütün bir İslâmî hareketin seyri açısından önümüzdeki 10 yılı nasıl etkileyebilir. Cevap: Önce onuruyla (inancıyla, ilkeleriyle, değerleriyle, taviz vermeden) ayakta durmak yerine araziye uyanları konuşalım. İnsanlar inandıkları gibi yaşmazlarsa yaşadıkları gibi inanmaya alışırlar. Meselâ İlâhiyât Fakültelerinde araziye uyan bazı kızların, yalnızca mecbûr oldukları yerde başörtüsünü çıkarmakla da yetinmeyip her yerde açtıklarını, bunun da ötesinde dinî davranış ve yaşantılarında önemli değişmelerin meydana geldiği konusunda bilgiler alıyorum. Bu tiplerin önemli bir kısmı pazarlık müslümanlarıdır; menfaatlerine uygun düştüğü, yollarına engel çıkmadığı sürece belli bir İslâmî hayat ve hizmet içinde bulunurlar, imtihan (mihnet, sıkıntılarla sınanma) devri gelince de hemen araziye uyar, dünya menfaati öncelikli hayatlarını sürdürmeye bakarlar. Onurlarıyla ayakta duranlar kimlik, kişilik ve ahlâklarının gereğini yerine getirmişlerdir; bu duruşun bir bedeli varsa onu da ödemişlerdir. "Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten" diyen şair, onurlu duruşun bedelini ödemenin, bu duruş sahiplerini zaafa uğratmak şöyle dursun, azim ve azimetlerini arttırdığını beliğ bir şekilde dile getiryor. İmam-ı Rabbânî'nin sık sık tekrarladığı bir özdeyiş var: "Hükümdara ait yükleri ancak onun at ve develeri taşıyabilir." Elbette Allah yolunda mihnet ve meşakkatlara göğüs germe bakımından müminler aynı kâbiliyette değildir. Ama benim beklentim, büyük çoğunluğunun daha bilinçli, azimli, fedâkâr, Allah rızâsı öncelikli bir hayata daha yatkın hale gelecekleri, kendilerini daha hasbî ve fahrî (karşılık beklemeden) hizmete verecekleri, kapanan resmî hizmetlerin yerine yeni sivil hizmet alanları bulup açacakları şeklindedir. Kayıp daha ziyade araziye uyanlar arasında olacak, kazanç ise daha çok duruşunu bozmadığı için maddî kayba uğrayanlara ait bulunacaktır. En önemli kazanç da, maddî kayıp korkusu azalan, bu bakımdan hür ve bağımsız hale gelen müminlerin sivil toplum örgütleri oluşturarak, meşrû zeminlerde güçlü ve etkili hak talebini başlatmaları ve sürdürmeleri olacaktır. İslamcılar Değişti mi? Zinaya ceza konusu tartışılırken başta iktidar partisi olmak üzere müslümanların (islamcıların) değişmesi konusu da konuşuldu, tartışıldı. Başka vesilelerle de sık sık bu konu ele alınıyor, içlerinde eskiden islamcı oldukları söylenen veya kabul edilen kimselerinde bulunduğu şahıslar islamcıların değiştiğini veya değişmediğini iddia ediyor, örnek ve deliller ile bunu ispat etmeye çalışıyorlar. Değişmedi ve değişmez diyenler dinin ve inancın mahiyet ve tabiatından yola çıkıyor, "değişmek bir manada dinden çıkmaktır, dinden çıkan da müslüman ve dolayısıyla islamcı olmaz, bu sebeple islamcı değişmez, değişen de islamcı değildir" demeye getiriyorlar. Eğer değişmeden maksat İslam'ın kırmızı çizgilerini, taktik icabı uygulamadan kaldırmak, ertelemek, müzakere konusu yapmamak ... ise bunu yapanların din değiştirdikleri söylenemez. Ama maksat dinin değişmezleri ve kırmızı çizgileri alanında inanarak değişmek ve onları gyr-i islami olanla değiştirmek ise yukarıdaki tahlil ve hükmün doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu manada değişenlere bakarak "islamcılar değişti" hükmü doğru değildir. "Bazı islamcılar saf değiştirdi" demek doğru olur. "Değişti, değiştik, değişir" diyenlerin bundan maksatları "islamın kendi usulü ve mantığı içinde ictihad ederek, daha önceki ictihadlara dayanan bazı kabulleri, uygulamaları, âdetleri, kural ve kurumları değiştirmek" ise bu manada islamcılar değişebilir, hatta değişmeleri zorunlu hale geldiğinde buna karşı direnirlerse islama aykırı hareket etmiş olurlar. Müslümanların talepleri bakımından değişime baktığımızda, çok partili demokrasi öncesi ile sonrası arasında önemli farkların (değişimin) bulunduğunu görürüz. Ölülerini kaldıracak ve arkalarından bir fatiha okuyacak insanlar yetiştirme talebi 1950'den sonra "dindar okumuş, dindar bürokrat, dindar kanaat önderi..." talebine dönüştü. Bu talep devam ederken bazı kişi ve guruplar işi "islami devlet" talebine kadar getirdiler. Bu devlet de ya zorla veya halkın çoğunluğunun iradesi ile gerçekleşecekti. Şunu hemen kaydetmek gerekir ki, islami devklet talebi bütün müslümanlara ve islamcılara ait değildir, bir önceki talepte ısrar eden ve siyasete karışmamaya özen gösteren müslümanlar/islamcılar o çizgide sabit olmuşlardır. Gerek zoru ve gerekse demokrasiyi kullanarak islam devleti kurmak isteyenler bugünün dünyasında ve Türkiye'sinde bunun imkansız gibi olduğunu anladılar (bu manada bir değişimden de söz edilebilir). Hatta içlerinden bazıları böyle bir talebin İslam'a uygun olup olmadığını bile tartıştılar ve uygun olmadığı kanaatine vardılar. Bunlara göre devlet cebir demektir; din, inanma, ibadet, kulluk cebir ile olmaz, şu halde islam devleti de olmaz. Peki ne olur, ne olmalıdır? İslam devleti talebinden vazgeçen islamcıların çoğuna göre olması gereken: 1. Din özgürlüğüdür, devletin din özgürlüğünü kısıtlamak bir yana koruması ve güçlendirmesidir. 2. Halkının çoğu müslüman olan bir ülkede tabii olarak dinle içiçe olan genel ahlakın korunmasıdır. 3. Müslüman ülkelerle ilişkilerin ve dayanışmanın güçlendirilmesidir. 4. Çok köklü, muhteşem ve diri olan islam medeniyetinin müslümanlar tarafından çağdaş dünyada temsil edilmesidir. Müslümanların ve islamcıların önemli bir kitlesi arasında ortak olduğunu zannettiğim bu son talep çerçevesinin iktidar partisi mensuplarını da içine aldığını düşünüyorum. Şimdi, tartışılan, "laik demokrat ve AB yolcusu bir ülkede bu talep geçerli midir, dile getirilebilir ve uygulanabilir mi" konusudur. Böyle bir talep elbette dile getirilebilir; gerçekleşip gerçekleşmeyeceği de bir yandan müslümanların irade ve gayretlerine diğer yandan ise "hür, çoğulcu, demokrat, insan haklarına saygılı" olduklarını iddia eden Batı'nın bu kavramlara samimi olarak sahip çıkmasına bağlıdır. Keşke bu talep, Batı'nın yardımı (!) olmadan islam ülkelerinde kendi irade ve dinamikleri ile gerçekleşebilseydi! Demokrasi ve İslam Belli bir çağın makbul ölçülerine göre kalkınmış, ileri, uygar sayılan bir toplumun kültürü ve medeniyeti çağdaşlığın ölçütü oluyor, insanlığın ulaşabileceği zirve, medeniyetin sonu olarak ilan ediliyor, bu zirveye ulaşamıyanlar "geri, ilkel, kalkınmakta olan" gibi yaftalarla aşağıya doğru sıralanıyorlar ve "adam olmak istiyorlarsa çağdaşlaşmalarının gerektiği" bir reçete gibi kendilerine sunuluyor. Bu reçete kültürel farklılığı ortadan kaldırmayı ve fertler gibi sosyal grupların da tek-tipleşmesini öngörüyor, öngörmese bile bu sonuca yönelmiş bulunuyor. Bugün çağdaşlığın ölçütü olan Batı uygarlığı, bir siyasî sistem, bir rejim olarak demokrasiyi benimsemiş bulunuyor. Batı'da demokrasi tartışıldığı, çeşitlerinden söz edildiği, sakıncalarını en aza indirmek için gayret edildiği, Fransız İlimler Akademisi üyesi André Maurois onu "ehliyetsizliğe tapış" diye nitelendirdiği halde, geri kaldığı söylenen toplumlarda demokrasi kutsallaştırılıyor, tartışılamaz ve dokunulamaz kılınıyor, demokrasiyi tenkit etmek ve bir alternatif sistem, model teklif etmek cesaret meselesi haline geliyor. Bu sosyo-psikolojik baskı karşısında Müslüman düşünürlere kalan vazife, İslâm ile demokrasi arasında birebir aynılık veya uzlaşabilirlik ilişkisi kurmak, bu hükme varmak ve bu hükmü delillendirmek oluyor. Demokrasiyi daha iyi bir siyasî sisteme ulaşabilmek için veya ulaşılıncaya kadar benimseyip uygulamak başkadır, onu kutsallaştırıp insanlığın ve uygarlığın ölçütü kılmak başkadır. Komünistler ve faşistler, mükemmel olduğuna inandıkları sistemlerini hakim kılmak için demokrasiden yararlandıkları gibi bir kısım Müslümanlar da "insanlık için en iyisi" olduğuna inandıkları sistemlerini kurup işletebilmek için demokrasiden istifade ediyorlar. Demokrasinin içeriği ile bu "diğer sistemlerin" içeriklerinin örtüşen ve çelişen kısımlarını ayırmaya, "çelişme, uzlaşma ve aşma" tavırlarından birini benimsemeye sıra gelince gruplar birbirinden ayrılıyorlar ve farklı yollar tutup farklı hedeflere yöneliyorlar. Çağımızın ikinci yarısında "İslâm ve demokrasi" tartışmasına katılan düşünürlerimiz farklı değerlendirmeler yapmışlar, tavırlar takınmışlardır: Mevdûdî'ye göre tarihî arka-planı ve felsefî temeli itibariyle demokrasi İslâm ile bağdaşmaz. Demokraside mutlak özgür bireyler, ulus-devletin vatandaşları, halkın kayıtsız şartsız hakimiyeti ve ilahî iradeden bağımsız yönetim söz konusudur. İslâm ise her biri Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı mü'minlerin, içlerinden en iyi olanı seçerek işbaşına getirmelerini, onu denetleyerek ilahî iradeyi gerçekleştirmesini sağlamalarını öngörmektedir. Böyle bir sisteme demokrasi değil, "teo-demokrasi" denebilir. Hem mütefekkir hem de devlet tecrübesini yaşamış bir lider olan Sudan'lı Turâbî'ye göre, bağlayıcı olan, ulemânın değil belli bir zaman dilimi içinde Müslüman halkın icmâ'ıdır. Halkın tercihi âlimler ve uzmanlar tarafından aydınlatılmalıdır. Hükümet de halkın iradesini yansıtacak şekilde serbestçe seçilmelidir. Bu şekilde seçilen hükümetin hem teşrîde önemli rolü olur, hem de şeriatın yorumlanmasında hakemlik yapabilir. İslâmcı hareket de devlet içinde İslâmî ahlâkın koruyucusu olma rolünü üstlenir. Gannuşi'ye göre çağdaş İslâmcı hareketin rolü, liberal demokratik devlet içindeki faktörlerden yalnızca biridir. İslâm'ın yorumlanması da, ahlâkın dikte edilmesi de İslâmcı hareketin tekelinde değildir. İslâmcı hareket halka programını sunan siyasî partilerden biridir. Yapacağı şey vaaz ve iknaya çalışmaktan ibarettir, halkın neyi tercih edeceği onların kendi meselesidir. Türkiye'de bazı İslâmcılar, Medine Vesika'sının kurduğu sistemden yola çıkarak nisbeten çoğulcu, zaruri müşterek alan dışında çok kültürlü, çok hukuklu bir model teklif etmektedirler. Bize göre de henüz yeterince işlenmiş, mübhem noktaları açıklanmış, muhtemel problemleri çözümlenmiş olmamakla beraber daha iyisi bulununcaya kadar bu model üzerinde durulmaya değerdir. Görüldüğü üzere İslâmcılar, farklı düşünen, inanan ve yaşayanlara tek tip bir inanç ve hayat tarzı dayatmak yerine, din, düşünce ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere, insan haklarını koruyarak kendi inançlarını yaşayacakları bir sistem üzerinde düşünürken, kendilerini çağdaş ve ileri gören sözde liberal demokratlar dayatmacı bir tavır sergilemekte, kutsallaştırdıkları bazı kavramlar ve kurumlar adına insan hak ve hürriyetlerini ihlal edebilmektedirler. Bizce çağdaşlık adına yapılması gereken şey, tabuları ve yasakları kaldırmak, dayatmalardan vazgeçmek, uzlaşmaya ağırlık vermek, düşünmeyi suç olmaktan çıkarmak ve en iyiyi bulmak üzere insan zekâsını alabildiğine çalıştırma ve vicdanını işletme yollarını açmaktır. ________________________________________ AB ve İslâmcılar Modernizm karşısında müslüman münevverlerin farklı yaklaşımları olmuştur. Bunlar arasından bazıları, eski hâli olduğu gibi muhafaza etmeyi de yeni hâli (Batı çağdaşlığını) olduğu gibi, kabûl etmeyi de reddetmiş, bunların yerine İslâmî çağdaşlaşmayı savunmuşlardır. Bu çağdaşlaşmanın nasıl gerçekleşeceği (meselâ atılacak, alınacak, korunacak şeyler) husûsunda düşünmüşler, çeşitli projeler oluşturmuşlardır; işte bunlar İslâmcılardır. Bugünden geriye bakarak İslâmcılar hayli hırpalanmış, bireylerinin farklılıklarına bakılmaksızın hepsi aynı kefeye konmuş, atılıp tutulmuştu. Şimdilerde yeni bir furya başladı, AB ye giriş macerâsında İslâmcıların (bunlar kimlerse ve kendilerine kim İslâmcı demiş ise) tutumu, yaklaşımı ele alınmakta, birtakım yakıştırmalar yapılmakta, tenkit, hattâ karalamalar yapılmaktadır. Bunu yapanlar da müslüman münevverler olduğuna göre kendilerinin neci olduğu bence merak konusudur. İslâmcılık iyi bir şey ise bunlar neden İslâmcı değil, kötü bir şey ise niçin başkalarına İslâmcı diyorlar; onların rızâlarını ve onaylarını aldılar mı? Bütün mesele, korunması gereken değerleri zedelemeden çağdaşlaşmaktır. İslâm dünyası bunu kendi başına gerçekleştiremedi, şimdi Türkiye, AB ne girerek çağdaşlaşmak istiyor. Şuurlu müslümanların korkusu, bu macerâdan zararlı çıkmak, belki hiçbir önemli şey elde edemeden veya maddî bazı avantajlar elde ederek manevî bakımdan büyük kayıplara uğramaktır. Bu kayıplar da başta dînimiz, dindarlığımız olmak üzere kültürümüz, mâzîden devraldığımız güzel hasletlerimiz, onlarsız var olamayacağımız değerlerimizdir. İdeal olanı kendi dinamiklerimiz ile çağdaşlaşmak idi, başka kültür ve medeniyet mensuplarını hayran bırakacak bir çağdaş medeniyet ortaya koymak, onların bize katılarak tamamlanmalarını sağlamaktı. Eğer bu yapılamadıysa her müslüman sorumludur; suçu, kabahatı, sorumluluğu İslâmcıların veya başkalarının üzerine atarak bundan kurtulmak mümkün değildir. Her şeye rağmen müslüman kesimde AB ne girme konusunda bir direniş vardı. Türkiye'de öyle şeyler oldu ki, "böyle kaybemektense girelim de öyle kaybedelim, kimbilir belki de kazanırız" noktasına gelindi. "Acaba bütün olup bitenler, yapılanlar, müslümanları bu noktaya getirmek için mi yapıldı?" sorusu da akla gelmiyor değil. Her ne ise bundan böyle, Avrupa birliği içinde müslüman olarak kalmak, kendi kültürünü korumak, teorik olarak çağdaş İslâm medeniyeti kavram ve kurumlarını oluşturmak, pratik olarak da topluluk içinde öz kültürünü yaşamak için neler yapılması gerektiğini düşünmek, gece gündüz bunun için çalışmak gerekiyor. Kimi başörtüsünü korumak, kimi yasağını kaldırmak, kimi ipten kurtulmak, kimi hür düşünmek ve yaşamak... için AB'ni kuratrıcı Mehdî gibi karşılıyor; hâlbuki bu macerâ tuzaklarla dolu. Çok önemli belirsizlikler, problemler ve handikaplar var. Belki eski hâl muhal ama, yeni hâl de bir başka mânâda izmihlâl olabilir. Allah korusun bu izmihlâl gerçekleşirse, bunun da sorumluluğunu İslâmcıların üzerine atarak işin içinden sıyrılmak kimseye bir şey getirmez, herkes sorumluluğunu bilmeli, elele verip çalışmalıdır. İbn teymiyye ve Mevdûdî İbni Teymiyye, Mevdudi vb. aynı mahiyetteki insanları 4 mezheb imamını taklit ettiğimiz gibi taklid edebilir miyiz? Bazı kitaplarda buların görüşleri veriliyor. Ve günümüz bazı hocaları da bunların görüşleri doğrultusunda fetva veriyor. Bu konuda bilgi verirseniz sevinirim. Cevap: İbn Teymiyye Hanbelî mezhebinde yetişmiş bir müctehiddir. Mevdûdî ise bir İslamcı fikir ve siyaset adamdır. Bir ilahiyatçı hiçbir fıkıhçıyı körü körüne taklit etmemeli, yapabiliyorsa delillerine bakmalı ve ona göre hareket etmelidir. "Fıkıh konusunda ilim yapmış ve kendini fetva vermeye selahiyetli görmüş, başka alimler tarafından da bu selahiyeti kabul edilmiş" kimseler bir konuda fetva verirlerse elbette onlar kadar bilgi sahibi olmayanlar bu fetvalardan istifade edeceklerdir. İstifade üç şekilde olur. a)Hiç bilgisi olmayanlar taklit ederler, delillerine bakmadan fetvalarını uygularlar. b)Yeterince bilgisi olanlar farklı fetvaların delillerine bakar, ona göre hareket ederler; yani fıkıhçının görüşünü değil, delilini esas alır, uygulamalarını buna göre yaparlar. c)Fetva verenler kadar bilgisi olanları ise onların fetvaları bağlamaz, ancak fikir edinir, bir mânada istişare yapmış olurlar. Soru: Taliban Hareketi'nin Selefi yönünün ağır bastığı ifade ediliyor... Cevap: Selefilik; dini Sahabe, Tabiun, Etba'ut Tabiîn gibi (ilk üç nesil gibi) anlayıp uygulama iddiasında olan bir İslami çizginin adıdır. Selefelik ikiye ayrılır.1. İlk üç Nesilin din anlayış ve uygulaması . 2. Sonra Kelam mezhepleri çıkmıştır. Hicri sekizinci asırda vefat eden İbni-Teymiye isimli zat ikinci Selefilik hareketini başlatmıştır. Birinci selefî çizgiyi hem felsefeye hem Kelam'a karşı savunan bir yaklaşımla İbni Teymiye ortaya çıkmıştır. Talebeleri ve onun takipçileri fikir ve ilim faaliyeti olarak bu çizgiyi devam ettirmişler. Osmanlının sonuna doğru Suudi Arabistan'da Muhammed bin Abdülvehhab isimli bir zat Selefi çizgiyi içtimai ve siyasi hayata yansıtmak üzere Suud ailesiyle işbirliği yapmıştır. Suud ailesi Arabistan yarımadasında Selefi anlayışı yerleştirmek için Osmanlı'ya karşı mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleyi kısmen belli bir bölgeye münhasır olmak üzere kazanmışlardır. Bugün iki kutsal şehri de içine alan Suudi Arabistan Krallığı'nı oluşturmuşlardır. Bu krallık siyasal İslamcı bir rejimi benimsemiştir. Mezhep olarak da İbn Hanbel, İbni Teymiye ve Muhammed bin Abdülvehhap'ın İslam anlayışını benimsemiştir. Bu selefi anlayışa sahip kişiler sadece Afganistan'da yok. Yeni İslam'a açılan veya eskiden Müslüman olup Sovyet Rusya'nın hegemonyası altında İslam'dan uzaklaştırılmış bölgelere başka grupların dışında Selefiler de akın ettiler. Selefiler Afganistan'da kısmen etkin. Usame Bin Ladin Suudi, Hanbeli ve Selefidir. Molla Ömer ile aralarında kız alışverişi olmuştur. Ladin ve yakınları besbelli Selefi'dir. Molla Ömer de, Pakistan'da bulunan medreselerde okumuştur. Pakisten ve Hindistan'da ehli-Hadis ve Selefi bir damar vardır. Bugün Afganistan'da geleneksel Hanefi mezhebi hakimdir. Hanefi mezhebi ve Selefilik anlayışının kalburlandığı, bir ölçüde teyid edildiği ve nufüz sahası bulabildiği bir dini hayat vardır. Soru: Türkiyeli Müslümanların Taliban Hareketine nasıl bakmalı Cevap: Biz insanların beyanlarına ve yaptıklarına göre hüküm vermek zorundayız.İhtimallere, spekülasyonlara dayanarak değil. Taliban medrese öğrencileridir, kökleri bellidir. Kim çıkıp da diyebilir ki "Taliban münafıktır, sahtekardır, bunlar aslında kızıldır, komünisttirler, dinsizlerdir ve ateisttirler yada İslam'a zarar vermek için yetiştirilmişlerdir ama küçük yaşlardan itibaren normal liselere gönderilmişlerdir. Medreselerden mezun olduktan sonra üslerine İslami libas giymişler, içleri kıpkızıl olarak Afganistan'da İslamı bütün dünyanın gözünden düşürmek ve vahşi göstermek için faaliyet yapıyorlar." Bunları nasıl diyebilirsiniz Bunun için elinizde ne deliliniz var Ama şunu diyebilirsiniz: (Benim yukarıda dediklerimi diyebilirsiniz): Bunlar Müslüman ama çağdaşlaşamamış Müslüman. Batılaşmamış demiyorum. Müslüman Batılılaşmaz. Müslüman çağdaşlaşır. İnsan her çağda Müslüman olur. Ama medeniyetini kendi dinamikleriyle yenileyerek Müslümanlığını idame ettirir. Taliban için şunları söyleyebilirsiniz. Onlar da müslüman ama çağdaşlaşamamış Müslümanlardır Soru: Milliyetçiliğin İslam'a uygun olup olmadığı noktasındaki düşünceniz nedir? Cevap: İslamcı ve milliyetçi diye anılanların -her iki guruba mensup olanların- kendi aralarında önemli farklılıklar var; bu bakımdan milliyetçiler de aynı değil. Görünmek istedikleri istasyon da bu farklı anlayışlar yüzünden farklıdır. Genel olarak bakıldığında "milliyetçi" denilen kesimin az veya çok İslam'a ve ümmet kavramlarına ters düştüklerini görmek mümkündür. Milliyetçiliği, dünyanın geldiği uluslararası sistemde bir zorunluluk olarak görenler ve bu zorunluluğu kendi sınırları içinde yaşamakla beraber ümmet idealini yitirmeyenler, bir şekilde bu ideale ulaşmak için çaba sarf edenler olursa bunlar İslam'a ters düşmeyen milliyetçi olurlar. Bu konularda "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" isimli kitabımda bir şeyler yazdım. Fıkıh Usulünün kaynağı Kur'an-ı Kerim, Hz.Peygamber'in (sav) sünneti, sahabe uygulaması, akıl ve tecrübedir. Usulcüler bu kaynakların yönlendirme ve verilerini kullanarak metodolojilerini oluşturmuşlardır. Kur'an-ı Kerim : 1) İlim/talîm, nazar, tefekkür, akl/teakkul, fıkh/tefakkuh, istinbat, fehm/tefhim, re'y/irâe gibi kelime ve kavramları sıkça kullanarak insanları düşünmeye, akıllarını işletmeye, bilgi edinmeye ve bilgiyi yaymaya davet ve teşvik etmiştir. 2) İnsanlara fikir ve vicdan hürriyeti tanımış, belli bir inancı ve düşünceyi benimseme konusunda baskı yapmayı yasaklamış, kişiyi hür iradesi ile yaptığı seçimden şahsen sorumlu tutmuştur. 3) İkna için aklî ve amelî delillere dayanmıştır. Sonucu gözler önünde gerçekleşen mucizeler, düşünmeyi teşvik eden yeminler, tecrübeye çağıran meydan okumalar (tehaddi), kozmik ve ictimaî kanunların Allah'ın sünnet ve âyeti (koyduğu kanunlar ve kendisine delâlet eden işaretler, deliller) olarak takdimi, kıyas yapma melekesini geliştiren misaller (emsâl), delil isteme ve delil çürütme yöntemi, araştırmaya teşvik ve bilmediğini inkâr etmenin doğru olmayacağını beyan (Yunus: 10/39), ezberlemekle yetinmeyip anlamanın gerekliliğini vurgulama (Cuma:62/5), müminlerden istenen ibadetlerin ve genellikle yükümlülüklerin fert ve toplum hayatına getireceği faydaların açıklanması, Kur'an-ı Kerim'in bu özelliğinin ve İslâmî usule katkısının başlıca göstergeleridir. 4) Dine davette kılıç yerine hikmeti (amaca en uygun metodu), güzel ve etkili sözü, tartışmanın en güzelini, misillemeyi de tecviz etmekle beraber daha iyisi olarak sabrı tavsıye etmiştir (Nahl:16/127). 5) Nahl sûresi başta olmak üzere birçok sûrede ve âyette insanların dikkatini kendilerine ve çevrelerine çekmiş, müşahede, inceleme, araştırma, deneme yollarını kullanarak cüzden külle bir düşünce ve sonuç çıkarma (istikra) metodunu telkin etmiştir. 6) Aklı doğru kullanmanın en önemli engellerini göstererek ataların, kutsallaştırılmış kişilerin (ruhban, ahbar vb.) vehimlerin, nefsanî arzuların şuursuzca peşine düşmenin tehlikelerine dikkat çekmiştir. (Abdulhalîm el-Cündî, el-Kur'an ve'l-menhecu'l-ılmiyyu'l-mu'âsır, Kahire, 1984, s.29-49). 7) Gerçeğin, hakkaniyet ve adaletin bulunması ve uygulanması için Kitab ile birlikte "mîzan"ın da indirildiğini (Şura: 42/17) ve konulduğunu (vazedildiğini: Rahman: 55/7) bildirmiş, gerçeği ve adaleti bilmenin, bulmanın en uygun yoluna (metoduna, usulüne) dikkat çekmiş, bunun Kur'an'dan çıkarılmısını istemiştir. (Ali Sami en-Neşşâr, Menahicu'l-bahs ınde-müfekkirî'l-İslâm, Beyrut, 1984,s.272-273). Şafî ve sonrası: Hicri ikinci asrın ortalarına kadar İslam müctehidlerinin ihtiyaç duydukça bulup kullandıkları usul kaideleri kitap düzeni içinde derlenip toplanarak yazılmamıştı. İmam-Ebu-Hanife, Ebu-Yusuf, Muhammed, Bâkır gibi müctehidlerin usul konusunda kitap yazdıkları rivâyet edilmiş ise de bunlar zamanımıza kadar gelememiştir. Elimizde bulunan ilk fıkıh usulü kitabı İmam Şafî'nin er-Risale ismiyle bilinen kitabıdır. Meşhur hadîs alimi Abdurrahman b. Mehdî'nin (v.197/812), "Kur'an'ın mânâlarını, makbul hadîsleri, icma'ın bağlayıcı delil oluşunu, Kur'an ve sünnette nasih ve mensuhu (hükmü kaldırılan ve kaldıran âyetleri, hadîsleri) açıklayan bir kitap yazmasını istemesi üzerine Şafî bu kitabı yazmış ve bir aracı ile İbn Mehdî'ye göndermiştir; kitaba Risale: mektup ismi verilmesinin sebebi de budur. Müellifin kitabında ağırlık verdiği husûs "beyan"dır; yani Şari'in (din ve kanun vâzı'ının) sözü, anlatma, ifade etme üslubu, bu üslubun çeşitleri ve özellikleri, onu anlamanın yollarıdır; yani "hermeneutique"dir. Allah ve Rasulü'nün (sav) söylediklerini doğru anlayabilmek, onlara -yorum yapıyorum diye- beşerî maksat ve arzuları söyletmekten sakınmak için beyan konusuna detaylı bir şekilde (kitabın yaklaşık yarısında) yer veren Şafî, nassın bulunmadığı yerde Şari'in maksadına ve hükmüne ulaşmanın tek yolu olarak ictihadı göstermiş, onun da -dayanağı ister illet (yasama gerekçesi, sebebi), ister şibih (benzerlik) olsun- kıyastan ibaret olduğunu söylemiştir. Beşinci asrın başından itibaren yazılan fıkıh usulü kitaplarında metod, hareket noktası, füru-usul ilişkisi bakımlarından dört farklı yaklaşım gurubu birbirinden seçilir olmuştur: Kelâmcılar, Hanefîler, sentezciler ve Şatıbî. Şatıbî: Beşinci ve altıncı asırlarda fıkıh usulü konusundaki orijinal çalışmalar kemal noktasına gelmiş, bundan sonra yazılanlar genellikle tekrar, ihtisar, ayıklama, açıklama çalışmalarına yönelmiştir. Bunların tek istisnası Endülüslü İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî'nin (v.780/1378) eseridir. Şatıbî usul yazımında, daha önceki müelliflerin, kıyas veya fasid istidlaller (muteber olmayan deliller) bahsinde birkaç sayfa ile geçiştirdikleri "mekasıdu'ş-şeri'a: fıkıh hükümlerinin sırrı, gayesi, hikmeti ve Şari'in kanun koyarken fayda (mesalih)" konusuna (414) sayfalık bir cilt ayırmış (Dıraz neşri, Kahire, ts, C.II), diğer ciltlerinde de gaye problemini daima göz önünde tutmuş, ayrıca kelâmcı, tasavvufçu ve usulcülerin yaklaşımlarını telif etmeye, daha geniş bir bakış açısı içinde bütünleştirmeye çalışmıştır. Fıkıh nedir? Fıkıh, İslâmî kaynaklardan (el-edilletü'ş-şer'iyye) ictihad ve tahrîc yoluyla elde edilen hukuk bilgisi ve mevzûatıdır. İctihad, delili okuyarak, anlayarak, yorumlayarak, kapsamını belirleyerek ve kıyas ederek fıkıh üretmektir. Tahrîc ise aynı işlemi, müctehidler tarafından üretilmiş bulunan fıkıh (fürû) üzerinde yaparak fıkhın boşluklarını doldurmaktadır. Hz. Peygamber (sav) ve sahâbe döneminden itibaren vahiy ile anlama birbirinden ayrılmış, fıkıh münhasıran anlamayı ve beşerin anlama yoluyla sahip olduğu din bilgisinin bütününü ifade etmiştir, ancak giderek fıkhın kapsamı daralmış ve yukarıda işaret edilen boyutlara gelmiştir. S. H. Nasr gibi gelenekçi düşünürlere göre gelenek ''semadan gelen kutsaldır'', ''değişmezliği, kalıcılığı, bir ilke ve metafizik düzenin bilgisini imâ eder''. Bu tebliğde ise gelenekten maksat, vahye dayansın dayanmasın, meşrû olsun olmasın, geçmişten gelerek toplumun zihniyet ve uygulamasına yerleşmiş tutumlar, töreler, adetler ve kurumlardır. Geleneğin sahihi ve sapmışı vardır; birincisine geniş manada sünnet; ikincisine bid'at denir. Yaşayan sünnetin (ümmetin dinî anlayış ve uygulaması) sahih sünnet olması da, bid'at olması da mümkün ve vâkidir; yani ilk devirlerde daha az olmakla beraber ümmetin yaygın anlayış ve uygulayışında sahih gelenek mânasında sünnet bulunduğu gibi, sapmış gelenek mânasında bid'atlar da var olagelmiştir. Sünneti, ''Hz. Peygamber (sav) ve ashabının uygulamalarında vahyin hayata yansıması, uygulama olarak ferdî ve sosyal hayatta yer alması'' şeklinde tanımlarsak bu ''anlayış ve uygulama ,, doğrultusunda olmayan, bunlara ters düşen anlayış ve uygulamalar -bazıları bunların bir kısmına da yaşayan sünnet dese bile- sünnetten sapıştır, sapmış gelenektir, bid'attır. Tecdid hareketi işte bu mânada bid'ata karşı bir harekettir ve sünneti esas alarak toplumsal bir arındırma ve yeniden sünnete uygun bir yapılandırmayı amaçlamaktadır. Yenileşme, geleneğin -yüzeysel veya radikal, yahut da organizasyonel olarak- değişmesidir. Her değişme bir yenileşmedir. Fakat her yenileşme bir sünnete dönüş, sünnet doğrultusunda ilerleyiş değildir. Sünnete dönüşün veya sünnet doğrultusunda ilerleyişin/gelişmenin tersine işleyen ve oluşan yenileşmeler bid'attır; bu mânâda bid'atın çağdaş örneği Batılılaşma ve Batıyı örnek alan çağdaşlaşmadır. A) Fıkhın Kaynaklarında Gelenek ve Yenileşme 1. Kur'an'da Gelenek ve Yenileşme Kur'ân-ı Kerîm'de biri uyulması, tamamlanması ve devam ettirilmesi istenen (el-En'âm 6/90) peygamberler geleneği (İslâm) diğeri terkedilmesi ve değiştirilmesi istenen (el-Bakara 2/ 170; el-Maide 5/104) atalar geleneği (âsâr, ümmet) olmak üzere iki geleneğe atıfta bulunulmuştur. 2. Sünnette Gelenek ve Yenileşme Sünnetin, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan fıkıh hükümlerini teyit eden kısmı olduğu gibi âyetleri açıklayan, belirlenmemiş olanları belirleyen, boş bırakılan bazı alanları dolduran kısımları ve çeşitleri de vardır. Hz. Peygamber'in (sav) risâlet, nübüvvet ve örneklik vasfı, Kur'ân-ı Kerîm'in ona itaati emretmesi ve kendisine açıklama vazifesinin verildiğini bildirmesi sünnetin, yukarıda ifade edilen otoritesinin ve işlevlerinin ilâhî dayanaklarıdır. Resûlullah (sav) sünnetin gelenekleşeceğini ve bu geleneğin devamlılık kazanacağını bildiği için gelişme yönünde ve mahiyetinde olan değişmenin yolunu tıkamasını şu tedbirlerle önlemiştir: a) Açıklamadığı bir hükmün sorulmasını istememiş, böylece ictihada bırakılan alanın geniş kalmasını sağlamıştır. b) Tasarruflarının bağlayıcı olanları ile olmayanlarını birbirinden ayırabilmemiz için bazı işaretlerde bulunmuştur. c) İctihada izin vermiş, sahâbeyi buna alıştırmış, zaman zaman danışmalar (şûra) yapmış, ictihadın hatasına bile ecir verileceğini bildirmiştir. İlk ictihad asırlarında fukaha (müctehidler) birbirini taklit etmiyor, fıkhın kaynakları ve dinî hükmün delillerine bakarak (İslâmî zihniyetle, İslâmlaşmış akıl ile) bilgi ve hükme ulaşıyorlardı. Bu tutum ve metot, geleneği koruyarak yenileşmenin en önemli âmilleri arasında idi. Korunması gerekenler, evrensel olanlar titizlikle korunuyor, değişmeye, mesâlihe bağlı olanlar da -değişmez kural ve kurumların ışığında ve rehberliğinde- değiştiriliyordu. Taklit döneminde fıkıh mezhepleri oluşmuş, taklit (delilini incelemeden şahsına ve ilmine güvenilen müctehidin ictihadını benimseme) zihniyeti yerleşmiş, uygulama yönünden din, bağlılarına göre belli bir mezheple aynılaştırılmış, mezhepler taassupla savunulmuş, yalnızca naslara dayalı veya üzerinde icmâ hâsıl olmuş hükümler değil, ictihada dayalı mezhep hükümleri de değiştirilemez ve muhalefet edilemez hükümler arasına katılmıştır. Bu vâkıa, taklit yoluyla fıkıh bütününün gelenekleşmesini ve değişmezlik zırhına bürünmesini temsil etmektedir. Bu dönemde fıkıh usulü hükme ulaşmak üzere kullanılmak için değil, müctehidlerin usulünü öğrenmek ve ehli olanlarca tahrîc yapılırken yararlanılmak maksadıyla okutulmuştur. Çünkü tahrîc, fıkıh usulünü, şer'î deliller (Kitap, Sünnet...) üzerinde değil, müctehidlerin açıkladığı hükümler üzerinde uygulayarak -boş bırakılan sahada yeni hükümlere ulaşma çabasıdır. Bu dönemde fıkıh usulü yerine iftâ usulü kullanılmıştır. Batı kültür ve medeniyetinin İslâm dünyasını istilâ etmesi, dinin etki alanını daraltması, şeriatın yerini Batı kaynaklı hukukların alması tehlikesi karşısında harekete geçen XIX. asır uyanış öncüleri/müceddidleri, değişmez gelenek haline gelmiş bulunan ictihad fıkhının, yeni ictihadlar ve ictihadlar arası tercihlerle aşılmasını savunmuşlar, yeni ihtiyaçları karşılayacak örnekler, tasarılar, modeller ileri sürmüşlerdir. Değişen ve yenileşen hayatın kenarında kalan fıkıhçılar yerine toplumun hayatına dahil olan, yeni ihtiyaç ve şartları idrak eden, bunlara çözümler arayan fıkıh talebeleri yetiştirmeye çalışmış, hazırı tüketmeyi ve taşımayı öğreten kitaplar yerine yenileşme, gelişme ve üretmeyi öğreten kitapları tekrar gün ışığına çıkarmışlardır. Bütün bu gayretler çok geçmeden meyvelerini vermiştir; bugün İslâm dünyasında yüksek seviyede fıkıh öğretimi ve araştırması yapan kurumların tamamına yakını taklit usul ve zihniyetini terketmişlerdir. Bugün fıkıh alanında yapılan tebliğler, makaleler, tezler eski ictihadların değerlendirilmesi, tenkidi, ayıklanması, tercihi, yenileriyle değiştirilmesi, yeni ihtiyaçların yeni ictihadlarla karşılanması gibi işleri gören ilmî üretim örnekleridir. sonuc Müslüman zihniyetiyle bakıldığında geleneğin hak ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılması kaçınılmaz olmaktadır. Hak olan gelenek, Kur'an ve Sünnet'in toplum hayatına girmesi ve orada -öze dokunmayan değişiklikler ile- devamlılık kazanması şeklinde oluşmaktadır. Buna aykırı olan gelenekler ise bâtıl, sapmış, doğrusu ile değiştirilmesi gereken geleneklerdir. Fıkıh ictihad döneminde (ilk üç asır boyunca) meşrû gelenekleşme ve yenileşme bakımından kaynaklarına (Kitap ve Sünnet) sadık kalmış, bunların gönderiliş ve açıklanış amaçlarını gerçekleştirmiştir. Uzun taklit asırlarında bir yandan İslâm'ın beyanlarına ve ruhuna aykırı inançlar, düşünceler, kurumlar ve uygulamalar, gelenekler halinde ümmetin hayatına girerken diğer yandan fıkhın değişmeye ve yenileşmeye açık bulunan kısmı (ictihad fıkhı) değişmez gelenekler arasına yerleşmiştir. Son iki asırda, geleneği sorgulayarak hak olanı bâtıldan, olduğu gibi kalması gerekeni değişmesi icap edenden ayırma, İslâm 'ın hayatiyetini temin eden ictihad metodunu ihya etme gayretleri başlamış, bu hareket elle tutulur, gözle görülür önemli ve İslâmî amaca uygun sonuçlar vermiştir. Bu arada ıslâh etme ve yenileşme hareketinin uç noktasında yer alan, dengeyi bozan, İslâm'ın özünü bozulma tehlikesi ile karşı karşıya getiren düşünce, tavır ve teşebbüsler de olmuştur. Bu teşebbüslerin ortak noktası/alanı, klâsik ictihad usulünü terketmek, sünneti büyük ölçüde devreden çıkarmak, Kur'ân-ı Kerîm'i de yeni okuyuş ve anlayışlarla -en azından tek tek âyetler, parça hükümler getiren açıklamalar olarak- tarihe hapsetmek ve arşive kaldırmaktır. Modernistler diye bilinen bu yaklaşım sahiplerine göre evrensel olan vahyin parça açıklamaları, çözümleri ve hükümleri değildir, evrensel olan İslâm'ın sosyal ve ahlâkî amaçlarıdır. Bu ''sosyal ve ahlâkî amaçlar nedir?" sorusuna verilen cevaplar ise henüz tatmin edici olmaktan uzaktır; daha doğrusu, üzerine İslâmî libas giydirilmiş ''Batılı sosyal ve ahlâkî amaçlardır, zihniyet ve hayat tarzıdır'', Batılı mânâda ''demokrasidir, çoğulculuktur, insan haklarıdır...'' Bize göre bu yaklaşım bid'atın modern örneğidir, çağdaş İslâmlaşma değil, İslâm'ı aşarak çağdaşlaşmadır. Klâsik ictihad usulüne dönüldüğünde ise elde edilecek sonuç, sahih ölçütlerle keşfedilecek evrensel değerlerin ve delillerin ışığında ilerleyerek insan aklının teklediği/yetmediği noktalarda insanlığa, saâdete götüren hayat modelleri sunmak olacaktır. Bu modellerde, Batılı anlayış çerçevesinde demokrasi, çoğulculuk, insan hakları olmayacaktır; ancak bu kavramların hedeflediği sosyal ve ahlâkî amaçlar bulunacak, hatta onların hayal edemediği ufuklar ortaya çıkacaktır. Bu iddianın delili, İslâm'ın altın çağında bu anlayış ve yöntemle ortaya konmuş bulunan başarılardır. İslâm Dünyasında Yeni İctihad Teşebbüsleri Giriş: A - İctihadın mânâ ve mahiyeti: İctihad, "özellikle ilgili delillerden fer'i-şer'i hükümleri çıkarmak için sarfedilen ilmî ve fikrî çaba" şeklinde tarif edilmiştir. İmam Şâfiî gibi ictihadı kıyasla eş mânâlı sayan âlimler bulunmakla beraber, Ebû Bekr er-Râzî el-Cessâs (v. 370/980) gibi onu farklı ve daha geniş mânâlı anlayan ve uygulayan fıkıh bilginleri çoğunluktadır. "Nassın bulunduğu yerde ictihad caiz değildir" kaidesi19 ya nass karşısında kıyas ictihadını menetmekte, yahut da nassa karşı ve aykırı ictihadı mahkûm etmektedir. Nassın bulunduğu konularda onu anlama, delâletlerinden faydalanarak şümulünü tesbit etme, nassa dayalı hükmün illetini (hükme esas olan vasfı) bulma, hükmü hayata ve olaylara uygulama... çalışmaları hep birer ictihattır. Ve bunların men'i sözkonusu değildir. Biz ictihadı geniş mânâsıyla alıyor, "Tefsir ve kıyas yanında, örf, mesâlih ve zarûretten hareketle hükme varma usullerini" de ictihad içinde mütâlaa ediyoruz. Sanat, düşünce ve ilimde inkılâb, 18. asırdan itibaren sanayi inkılâbını, bütün bunlar Avrupa devletlerinin güçlenip gelişmesini, müslümanlar lehine kaybettiklerini geri alma ve İslâm ülkelerinde yayılma hareketine girişmelerini sağladı. Avrupa'da bu gelişmeler olurken maddî ve mânevî mirası yiyen, etrafında olup bitenleri dikkat ve tedbirle takip edemeyen İslâm toplumları ancak bütün cephelerde İslâm'a ve müslümanlara düşman milletlere yenilmeye başlayınca, hayli gecikmiş olarak, uyanma dönemine girmişlerdir. İşte bu gelişmelerin ve ihtiyacın 19. asırdan itibaren ortaya çıkardığı ıslâhâtçı kişilerin (müceddidlerin) programlarındaki ortak noktalardan biri "taklide karşı çıkmak ve ictihadı teşvik" etmektir. Ortaya çıkan yeni meseleler üzerinde ictihad etme yanında taklidi yerme ve ictihadı savunmayı da "ictihad teşebbüsü" sayarak önceki asrın müteşebbislerine şu örnekleri vermek istiyoruz. 1. Hindistan'da Şah Veliyyullah'ın (v. 1762) açtığı ıslâhât çığırı, kendisini takip eden müceddidler ile okul haline gelmiştir. Bu okulun mensuplarından Seyyid Ahmed (v. 1831), Şah Veliyullâh'ın "ıslâhâtçı okulunu bir cihad hareketi şekline sokmuştur."22 Şah Veliyyullâh ve tâbîlerinde ictihad büyük teşvik görmüş, sahih hadîslere aykırı reylerle amel menedilmiş, taklid ancak zarûrete bağlı olarak caiz görülmüştür. Yine Hindistan'da Sıddîk Hasan Han (v. 1889), aşağıda zikredilecek olan Yemenli müctehid Şevkânî'yi örnek almış, kendisi taklidi terkettiği gibi yazdığı çeşitli risalelerle ictihad hareketini savunmuş ve teşvik etmiştir.23 1886'da vefat eden Hindistanlı Abdulhayy Lüknevî ictihad ve taklid konusundaki fikirleri ile Dehlevî okulunun temsilcilerinden olmuştur.24 2. Yemenli mutlak müctehid Muhammed b. Ali eş-Şevkânî (v. 1834) usûlde ve fürûda tamamen ictihad mahsulü eserler yazdığı gibi25 bazı risalelerini taklidin men'i ve ictihadın gerekliliğini izah ve müdafaya tahsis etmiştir.26 Zeydî bir muhitte yetişmiş olmasına rağmen kendisi itikatta selefî, fıkıhta Sünnî usûl çerçevesinde müctehiddir. 3. Kuzey Afrika'da ve özellikle Libya'da Muhammed b. Ali es-Senûsî (v. 1859) zahirde tasfiyeci vehhâbî hareketi ile bâtında tasfiyeci tasavvuf hareketini birleştiren bir tarikat kurmuş (Senûsiyye), eserlerinde taklidi yermiş, ictihadı savunmuş, ictihad kapısının kapandığı iddiasını muknî deliller ve örnekler vererek reddetmiştir.27 4. Bugün Sovyet Rusya sınırları içinde kalan Kazan vilayetinin Mercân kasabasından Şihâbuddîn b. Bahâuddîn el-Mercâni (v. 1889) ictihad mertebesine geldiğini açıklamış, gerektiğinde önceki asırlarda yaşamış müctehidlerin görüşlerini tenkit etmiş ve ictihad mahsulü eserler yazmıştır.28 5. Başta Mısır olmak üzere birçok İslâm ülkesinde mektep kişi olarak kabul edilmiş bulunan Cemâleddin Efgânî'nin (v. 1897) ıslâhât programı içinde ictihadın önemli bir yeri vardır. O'na göre İslâm toplumlarının zayıf kalma amillerinden biri de ictihad kapısının kapalı olduğu inancıdır. Kapı açıktır, ictihad ehliyetini kazanmak imkânsız değildir, ictihad devam etmelidir. D. Asrımızda ictihad hareketinin önemli merkezleri ve simaları Yirminci asra girerken Avrupalıların denge gereği ölmesine de, sıhhat ve güç kazanmasına da izin vermedikleri hasta adam Osmanlı Devleti'nin miadı dolmuş, 1878 Berlin Konferansı'ndan itibaren mezkûr ülkeler mirasın paylaşılmasını müzakere masasına getirmişlerdi. Benimsenen yeni siyaset gereği İngilizler 1878'de Kıbrıs'ı 1882'de Mısır'ı; Fransızlar 1831'de Cezâyir'i, 1881'de Tunus'u istilâ ettiler. İslâm devletlerinin zayıflığından faydalanan Avrupalıların istilâları artarak devam edecek ve bütün İslâm dünyasını kaplayacaktır. 19. ve 20. asır ıslâhâtçıları, sömürgecileri İslâm ülkelerinden atmak ve İslâm toplumunu, yükselme çağının madde ve mânâda güçlü günlerine döndürebilmek için geri kalış sebepleri üzerinde durup çareler aradılar. Hemen hepsinin ittifak ettiği bir zayıflama ve geri kalma sebebi de ictihad kapısının kapanması, taklidin, şuursuz ve tefekkürsüz dinî hayatın müslümanlara hakim oluşu idi. İşte bu sebeple Hindistan'dan Fas'a kadar birçok ülkede ortaya çıkan ıslâhâtçılar taklide savaş açmış, ictihadı teşvik etmiş, ferd ve kuruluşlar olarak ictihad teşebbüslerinde bulunmuşlardır. 1. Mısır: Şeyh Muhammed Abduh (v. 1905) hocası ve kader arkadaşı Cemaleddîn Efgânî'nin daveti üzerine Paris'e gitmiş ve orada el-Urvetü'l-vüskâ isimli bir dergi çıkararak30 aynı adı taşıyan gizli bir cemiyet vasıtasıyla İslâm dünyasına dağıtmışlardır. Derginin ilk sayısında neşredilen ve çıkış maksadını açıklayan yazıdaki bir madde mevzûmuzla ilgilidir: "Bütün müslümanları, selefin tutunduğu köklere tutunmağa çağırmak, çünkü bu işin evveli ne ile düzen buldu ise sonu da onunla düzelecektir." Abduh ömrü boyunca bu prensibe sadık kalmış; el-Ezher'de giriştiği ıslâhât teşebbüsünde, derslerinde ve eserlerinde taklidin yerine ictihadı ve ilmî düşünceyi yerleştirme gayesini hedef almıştır. Mısır Müftüsü olduktan sonra verdiği fetvâlar genellikle icthada dayanmaktadır. Bunların içinde posta sandığına para yatırmak, hayat sigortası, şapka giymek gibi yeni konulara ait olanları da vardır. Abduh'un en sadık ve meşhur talebesi Reşîd Rızâ (v. 1935) Suriye'den Mısır'a göçtükten sonra hocası ile iştişare ederek genel hedefleri el-Urvetü'l-vüskâ ile aynı olan el-Menâr dergisini 1898 yılında çıkarmaya başlamıştır. Dergide taklidi yeren, ictihadı teşvik eden yazılar, eski ve yeni müelliflere ait risaleler neşretmiş,31 ayrıca 1904 yılından başlayarak vefatına kadar bin civarında dinî suale yazılı cevap (fetvâ) vermiştir. Vefatından sonra altı cild halinde toplanıp neşredilen32 bu fetvâlar, eski ve yeni bir çok meseleye cevap getirmekte ve kitap, sünnet, istihsan, mesâlih (amme menfaatı), örf gibi şer'î delillerden ictihadla çıkarılmış bulunmaktadır. Reşîd Rızâ'nın 1325 yılında basılan ve Türkçe tercümesi de iki defa basılmış bulunan33 Muhâverâtü'l-muslih ve'l-mukallid isimli eseri, İslâm dünyasının ve müslümanların çeşitli problemleri yanında bilhassa ictihad ve taklid konularını işlemekte, karşılıklı konuşmalar halinde taklidi mahkum ve ictihad hareketini teşvik eylemektedir. Abduh'un talebelerinden olup bilâhare Ezher şeyhliği yapan Mustafa el-Merâgî 1935 yılında, Ezher ulemâsından kurulu bir fetvâ heyeti teşkil etmiştir. Bu heyet, fetvâlarında belli bir mezhebe bağlı kalmamış, delili kuvvetli olan ictihadları tercih etmiş, hakkında nass bulunmayan meselelerde umûmî ve husûsî örfe, âmme menfaatine ağırlık vermiştir.34 1961 yılında çıkan ve Ezher Üniversitesi'ni yeniden düzenleyen kanun, Meşîhatü'l-Ezher bünyesinde Mecmau'l-buhûs isimli bir kuruluşa da yer vermiştir. Bu kuruluşun, İslâm'ın araştırılması ve yayılması hedeflerine yönelik çeşitli komisyonları ve faaliyetleri içinde mevzûumuzu yakından ilgilendiren birisi de 1964 yılından bu yana yapılgelen ilmî kongrelerdir (el-mu'temerât). Şimdiye kadar dokuzu gerçekleştirilen bu milletlerarası ilmî toplantıların ilkinde (Mart, 1964) ictihad ve taklîd konularındaki tebliğlere ağırlık verilmiş ve bu mevzûuda şu kararlar alınmıştır. a) Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet dinî hükümlerin asıl kaynaklarıdır. Bu iki kaynaktan hüküm çıkarmak, şartlarını taşıyan ve ictihadını caiz olan sahada yapmış bulunan her müslümanın hakkıdır. b) Müslümanların menfâatlerini korumak ve yeni ortaya çıkan meseleleri şer'i hükümlerine kavuşturabilmek için öncelikle fıkıh mezheblerinden ihtiyâcı karşılayan ictihadları seçmek gerekir. c) Aranan hüküm fıkıh mezheblerinde bulunmazsa önce mezheblerin usûlü dairesinde, bu da mümkün olmazsa mutlak mânâda toplu ictihada (el-ictihâdu'l-cema'î) başvurulur. Kuruluş, gerektiğinde başvurulmak üzere toplu icitihadın yollarını tanzim edecektir.35 Kuruluş, yaptığı dokuz toplantıda siyâsî, ictimâî, iktisâdî, dinî ve hukukî birçok konuyu ele almış, hazırlatılan tebliğler tartışılmış, tavsiye kararları alınmıştır. Bunlardan bazı örnekler vermek gerekirse: Birinci kongrede ictihâd, ikincisinde çeşitli şekilleri ile sigorta, faiz ve zekât; üçüncüsünde yine sigorta, dinî günler ve bayramların tesbit usûlü, haccda kesilen kurbanların değerlendirilmesi, dördüncüsünde İslâm ülkelerinin faydalanabilmesi için çeşitli kanun taslaklarının hazırlanması... konuları, yukarıda zikredilen usûl ve ölçüler içerisinde incelenmiş ve hükme bağlanmıştır. Ezher'in başlattığı bu toplu ictihad teşebbüsü aşağıda zikredeceğimiz benzerlerine de örnek olmuştur. 2. Suriye: Cemaleddin el-Kâsimî (v. 1914) bu asrın başlarında Suriye'de dinî ve ictimâî ıslahat öncülüğü yapanların başında gelir. 49 yıllık ömrü içinde, çeşitli meşgaleler arasında, 100'ün üzerinde eser veren bu gayretli âlim, Şah Veliyullah, Abduh gibi müceddidlerin takipçisidir. Onun ictihada davet konusundaki faaliyetleri idarecileri tedirgin etmiş, "Cemâlî Mezhebi" diye bir mezheb kurduğu iddiasıyla gözaltına alınmış, kitapları müsadere, tetkik ve iade edilmiştir. İctihad-taklid konusundaki düşüncelerine şu sözleri ışık tutmaktadır: "Hak ve isabet yalnızca bir mezhebin veya görüşün inhisarında değildir. Allah bu ümmete birçok müctehid verme lütfunda bulunmuştur. İctihad yoluyla ilmî ıslâhâttan maksat bir mezhep kurup halkı ona çağırmak değil, ilim yolcularının azimlerini kamçılamak, meseleleri delilleriyle birlikte kavramalarını sağlamaktır. Biz ictihatta müstakiliz; ne taklid eder ve ne de taraf tutarız."36 Kâsimî ve arkadaşı Abdurrezzâk el-Beytâr'ın gayretleri boşa gitmemiş, aynı yolu benimseyen M. Ahmed Zerkâ, Ma'rûf Devâlibî, Saîd Ramazân el-Bûtî gibi âlimler Suriye'de bu temayülün temsilcileri olmuşlar, tesirlerini kendi ülkelerinin dışına da taşımışlardır. 3. Tunus: Tunus'ta, müftülük ve Zeytûne Üniversitesi şeyhliği (rektör mesabesinde) yapmış bulunan Muhammed Tâhir b. Âşûr, Efgânî ve Abduh'un yolunda yürümüş, Abduh gibi o da âlimler topluluğunun (akademi vb.) ictihadını teşvik etmiştir: "İslâm ümmetinin ülke ve halk olarak ihtiyaçları ölçüsünde ictihad farz-ı kifâyedir. Yolları ve vasıtaları imkân dahilinde ve güçleri mevcut olduğu halde ictihad mevzûundaki kusurları sebebiyle ümmet günaha girmiştir. (Ulemâ, kendi dinî hayatlarında uygulamak üzere ictihada kendilerini verme imkânını kullanmadıkları için günahkârdır. Halk, âlimlerden bunu istemedikleri, ictihadı teşvik eden ehliyetli kişilerden yüz çevirdikleri için günaha girmişlerdir. İdareciler, âlimleri ictihada sevketmeyi ihmal ettikleri için günah işlemişlerdir.) İctihad müessesini kapalı tutmanın kötü tesirleri, önceki müctehidlerin yaşadığı zamanlardakine benzemeyen meseleler ile ümmetin, reyler içinden bir rey (ictihad, mezhep) ile amel etmek durumunda oldukları meselelerde ortaya çıkmaktadır. Bu ikinci durumda âlimler mezheplerin görüşlerinden birini tercih etmelidirler... Bütün bunları yapmak üzere İslâm ülkelerinde bulunan âlimlerin en ehliyetli olanları seçilmeli ve bir akademi (mecma') kurulmalıdır.37 4. Cezayir: Cezayir'in doğusunda Konstantiniyye şehrinde doğan Abdülhamîd b. Bâdîs (v. 1940) Cezayir'in kurtuluş hareketinin olduğu kadar, bu ülkedeki dinî ve içtimâî ıslâhâtın da unutulmaz siması, büyük lideridir. Zeytûne Üniversitesi'nde okumuş, et-Tâhir b. Âşûr'un öğrencisi olmuş, 1912'de Hicâz'a giderek buradaki selefî âlimlerden ilim ve fikir almıştı. İbn Bâdîs memleketine döndükten sonra ders, kitap, konferans ve periyodik neşriyat vasıtaları yanında 1931'de kurduğu "Cem'iyyetü'l-ulemâi'l-müslimîne'l-Cezâyyiriyyin" cemiyeti yoluyla görüşlerini yaymış, mektebini yerleştirmiştir. Abduh, İbn Âşûr gibi ıslâhâtçıların çizgisini takip eden İbn Bâdîs, ülkesinin şartları öyle gerektirdiği için daha çok tarikatlere cephe almış, bu arada kitap ve sünnete dönmeyi kurtuluş şartı saymıştır.38 İbn Bâdîs ve Mâlik b. Nebî gibi öncülerin peşinden giden Cezayirli aydınlar ve idareciler her yıl tekrarladıkları milletlerarası ilmî toplantı ve kongrelerden (el-Mültekâ) birini de (1983'te yapılan) ictihad konusuna tahsis etmişlerdir. Toplantıyı tertipleyen Din İşleri Bakanı açış konuşmasında "Bu asırda ictihad ile yeni meselelere cevap getirilemeyince meydanın ehliyetsiz tahrifçiler ile donuk mukallidlere kaldığını, ulemanın ictihad hareketini ihya ile mükellef bulunduklarını" ifade etmiştir. İctihadın mahiyeti, geçmişi, halihazır durumu, geleceği, ictihad konuları, şekli, müctehid yetiştirme yolları gibi konularda yüzlerce tebliğin tartışıldığı bu toplantıda şu tavsiye kararları alınmıştır. Ürdün İslâm İlâhiyyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdülaziz Hayyât başkanlığındaki birinci komisyonun kararları: a) Ehliyetsiz kişilerin yanıltıcı ictihadlarına karşı müslümanları uyarmak gerekir. b) Ulemanın, çağımızın getirdiği meseleleri çözmek üzere ictihad etmeleri gereklidir. c) Öğretim müesselerinde programlar müctehid yetiştirmeyi hedef alarak düzenlenmelidir. d) Halkın, meselelerini, ehliyetli âlimlere götürmeleri istenmelidir. e) Âlimler, asrın problemlerini kavrayacak seviyeye gelmeli ve asrın problemlerini halletmek için mutemed mezheplerden (ictihadlardan) en uygun olanını seçmelidirler... f) Kitap ve sünnetin nassları ile icmaa aykırı ictihad yapılamaz. Ma'rûf Devâlîbî'nin başkanlığındaki ikinci komisyonun kararlarından bazıları: a) Komisyon bu asırda ictihadın zarûrî olduğu hükmünü teyid eder. b) İslâm dünyasında ferdî veya toplu halde (cemâî, akademilerde) yapılan ictihad teşebbüslerine bir bütünlük ve düzen kazandırılmalı, faaliyetlerin haber ve bilgisini yayan periyodikler çıkarılmalıdır. c) Bir İslâm fıkıh ansiklopedisi çıkarılmalıdır. d) Mukeyeseli İslâm hukuku tedris eden fakülteler kurulmalıdır. e) İctihad komisyonları ve akademileri öncelikle şu konular üzerinde durmalıdır: - İslâm İktisad teorisini ortaya koymak. - Sosyal adalet prensibini incelemek. - İslâm bankaları tecrübesini ve İslâmî sigorta müesseselerini incelemek, sonra da bunları İslâm ülkelerinde yaygınlaştırmak. - Gıda ve meşrûbat mevzûularında haram-helâl açısından incelemeler yapmak. -Haccda kesilen kurbanlar meselesini, fukaralığa çare ve israfı önleme prensiplerinden hareketle çözüme bağlamak. - Yeni bazı ameliyat şekillerini ve organ nakillerini, insanın değeri ve hayat hakkı açısından inceleyerek şer'î hükme kavuşturmak... Dr. Fâdıl el-Cemâlî'nin başkanlığındaki üçüncü komisyon, müctehid yetiştirme hedefine yönelik eğitim ve öğretim tedbirlerinin alınmasını teyid etmiş, değişecek ictihadların örf, âdet ve zamana bağlı amme menfaatlerine dayalı olan ictihadlar olduğunun altını çizmiş, toplu ictihadların gerekliliğine işaret etmiş ve ictihad mertebesine gelememiş insanların taassub göstermeden bir mezhebe tâbî olabileceğini ifade etmiştir.39 5. Hindistan ve Pakistan: Şah Veliyyullâh'ın vatanında önemli idarî mevkilere de gelmiş bulunan Ebu'l-Kelâm Âzâd'ın (v. 1959) uzunca bir makalesini, taklidi ve ictihadı ihya çağrısı ile noktaladığını görüyoruz: "davetsiz (irşad ve propagandasız) ıslâhât, delilsiz davet olmaz. Taklid devam ettikçe delile bakılmaz. Şu halde kör taklidin kapısını kapayıp, ictihad kapısını açmak her ıslâhın ilk hareket noktasıdır..."40 Geçen asrın sonlarında vefat eden Seyyid Ahmed Han (v. 1898), bu asrın başında yaşayan Seyyid Emîr Ali (v.1928), halen yaşamakta olan Dr. Fazlurrahman gibi, usûl-i fıkh ve Ehl-i Sünnet prensiplerini zorlayan modernistleri klâsik ictihad çizgisi dışında tutarsak, Ebu'l-Kelâm Âzâd, Şiblî Nu'mânî (v. 1914) gibi zevât, Cemaat-i İslâmî denilen bir ihyâ hareketinin (Veliyullâh, Abduh ve İbn Bâdîs çizgisinde selefî hareket) zeminini hazırlamışlardır.41 Ülkemizde de tanınan Ebu'l-Â'lâ el-Mevdûdî merhum ile Ebu'l-Hasen en-Nedvî bu çizginin temsilcileridir. Pakistan Devlet Başkanı Ziyâ ül-Hakk'ın isteği üzerine "İslâm Düşüncesi Meclisi" tarafından hazırlanan ve 1982 yılında ilk baskısı yapılan rapor Pakistan ekonomisinden faizi kaldırmayı hedeflemiş bir toplu ictihad örneğidir. Müzakerelere meclisin İslâm ilimlerinde mütehassıs 12 üyesinden başka ekonomi dalında ihtisası olan 15 şahıs katılmıştır. Meclis'in raporu faizsiz bir ekonominin hem uygulanabilir, hem de yüksek insânî ve ahlâkî değerlere uygun bir sistem olduğunu ortaya koyan başarılı bir denemedir.42 6. Suûdî Arabistan : İbn Teymiyye yolunda bir ıslahat hareketine imam olan Muhammed b. Abdulvahhâb'ın selefî din anlayışına dönüş davetine icabet eden Suudî Arabistan'da hakim fıkıh mezhebi Hanbelî mezhebi olmakla beraber, Kral Abdülazîz b. Suûd şu talimatı vermiştir: "İhtilaflı meselelerde delili en kuvvetli mezhep tercih edilerek hüküm teke indirilmelidir."43 Râbıtatü'l-Âlemi'l-İslâmî'ye bağlı olup yedi seneden beri Mekke'de faaliyet gösteren "Fıkıh Akademisi (Mecmau'l-fıkh)", inceleme ve araştırmalarını toplu ictihad metoduna göre yürütmektedir. Akademi Müdürü Dr. Tallâl Ömer Bâfakıh, sekizinci dönem çalışmaları dolayısıyla yaptığı bir açıklamada akademinin faaliyetinin ictihadla alâkasını şu cümlelerle açıklamıştır: "Akademi müslümanların dinî ve dünyevî hayatlarında, ailevî, ictimâî ve iktisâdî hayatlarında ortaya çıkan meselelerle meşgul olmaktadır. Bazan fıkıh kitaplarında bahsi geçmeyen meseleler ortaya çıkıyor ve ictihada ihtiyaç gösteriyor. Akademi, kitap ve sünnete dayalı toplu(cemâî) ictihad ile reyini ortaya koyuyor -ki bu, asrımızda ictihattır- ve müslümanlara iyileştirici ilacı ihtiva eden çözümler sunuyor."44 1981 yılında Tâif'te yapılan 3. İslâm Zirvesi'nin tavsiye kararı gereği kurulan Fıkıh Akademisi'nin açılış merasiminde (26 Şaban 1403/1983) Kral Fahd b. Abdülaziz, İslâm âlimlerini ictihad yapmağa çağırmış ve şöyle demiştir: "Bizim düşüncemize göre müslümanların bölünmesi, âlimleri, yeni meseleleri toplu ictihad ile hükme kavuşturma konusunda çekingen kılmıştır. Bugün -kardeşlerim- olay ve suallerin nasıl çoğaldığını görüyorsunuz. Bütün zaman ve mekânlarda âlimlerin ve müctehidlerin bolca bulunmasına rağmen problemler çoğalmıştır; ancak bu iş eski ve yeni fıkıh üzerinde yeterli araştırma sonunda âlimlerin kabulü ile desteklenmedikçe ferdî ictihad ile yetinilmeyecek kadar önemlidir ve Allah'a karşı sorumluluk taşımaktadır."45 Mezkûr akademi bu merasimle faaliyetlerine başlamıştır. Bu yıl hazırlanan faaliyet programında yeniden neşredilecek eserelerin listesi yanında, üyelerin görüşleri alınarak hazırlanmış araştırma ve fetvâ konuları cetveli vardır. Bu konuların bir kısmı el-Ezher'in Mecmau'l-buhûs'unda da ele alınmıştır, bir kısmı ise yepyeni meselelerdir. 7. Türkiye : Türkiye'de önce Sırât-ı Müstakim, sonra Sebilürreşâd adıyla intişâr eden, yazarları arasında Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, Halim Sâbit, Ahmed Naim, Mehmed Akif (Ersoy) gibi zevâtın bulunduğu mecmûa, İslâm'ı anlama ve ıslâhât programı bakımından Efgânî, Abduh mektebinin esaslarını benimsemiştir. İlk üç isim tarafından yazılan makalelerde ictihad kapısının açık ve ictihadın dinî ve hayatî bir zarûret olduğu ortaya konmuştur.46 1908'den sonra derginin başmuharrirliğini üstlenen şairimiz Mehmed Akif Bey, Abduh ve Ferid Vecdî'nin bazı makale ve eserlerini tercüme ederek mecmûada neşretmiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, Beyânu'l-Hak mecmûa-sında neşredilen bir makalesinde ferdî ve toplu ictihadın mümkün olduğunu ve yapılması gerektiğini ifade etmiştir.47 Reşid Rızâ'nın yukarıda sözü edilen eseri, Mezâhibin Telfîkı ve İslâm'ın bir Noktaya Cem'i adıyla Ahmed Hamdi Akseki tarafından dilimize çevrilmiş ve önce Sebilurreşâd'da kısmen tefrika edilmiş, sonra kitap halinde basılmıştır.48 1949 yılında kurulan Ankara İlâhiyât Fakültesi, 1959 yılından itibaren açılan Yüksek İslâm Enstitüleri (sonradan İlâhiyât Fakültelerine çevrilmiştir) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne bağlı İslâm Araştırmaları Enstitüsü'nde yapılan tezlerin büyük bir kısmı ictihad metodunu kullanan, delil ve araştırmaya dayanan ilmî eserlerdir. Son yıllarda İstanbul'da Ensâr Vakfı ve İslâmı İlimler Araştırma Vakfı tarafından tertib edilen ilmî-İslâmî seminerlerde örtünme, vade farkı, narh ve enflasyon, işçi-işveren münasebetleri gibi konularda araştırma ve ictihad mahsûlü tezler ortaya çıkmış ve tartışılmıştır. Netice : Son iki asırda, İslâm dünyasında ıslâhât hareketlerine öncülük etmiş, faaliyetleri yürütmüş olan şahıslar iki grup teşkil etmektedir. Birinci grup akıl-nakil münâsebeti konusunda eski İslâm filozoflarının yollarını tutmuş, akla öncelik vermiş, nakli tevil etmişlerdir. Modernist veya reformcu diye isimlendirilen bu şahıslar, Kur'ân'ın ruhu ile şeklini, maksadı ile örneklerini ve uygulamalarını birbirinden ayırmakta, akla ve fayda prensibine ağırlık vererek nasslara aykırı, fakat kendilerince maksada uygun görüşler ileri sürmektedirler. Tipik örneğini Hindistanlı Seyyid Ahmed Han'da gördüğümüz bu hareketi biz İslâmî ıslâhât ve ictihad içinde görmüyoruz. İhyâcı, muhafazakâr gibi isimlerle anılan, bizim müceddid demeyi tercih ettiğimiz öncüler ise sahâbe devrinden itibaren gelişen, dört mezheb imamının yaşadığı devirlerde tekemmül eden usûl (metodoloji) çerçevesinde kitap ve sünneti yorumlamakta, diğer şer'î delillerden de istifade ederek asrın meselelerine çözümler getirmektedirler. İşte bu mânâda tecdid ve ictihad, asrımızda tartışma konusu olmaktan çıkmış, yukarıda örneklerini sunduğumuz ferdî ve toplu teşebbüslerde uygulanır olmuştur. Bugün İslâm'ı anlama ve uygulama konusuna ictihad metodu ile yaklaşan ferd ve kuruluşların listesi sayfalara degil kitaplara sığmaz ölçüye ulaşmıştır. Bu ilmî mesainin, bu mânevî cihadın hem müslümanlara, hem de bütün insanlığa adâlet, refah ve ebedî mutluluk yollarını açmasını, sınırsız Rahmet Sâhibi Mevlâmızdan diliyoruz. TECDÎD Kelime: Teceddüd ve tecdîd "cidd" kökünden gelir; birincisi yenilenmek, ikincisi yenilemek mânâsında kullanılır. Hz. Peygamber (sav) bir hadîsinde tecdîde işâret buyurduğu için bu kelime ve ondan yapılmış olan "müceddid: yenileyen" kelimesi İslâmî eserlerde çokça kullanılmıştır. Önce tecdîde temel teşkil eden hadîse bakalım: "Şüphe yok ki Allah, her yüzyıl başında bu ümmete dinî durumunu yenileyen birisini gönderecektir."83 Şah Veliyyullah mezkûr hadîsin şu hadîs ile açıklandığına işaret eder: "Bu ilmi her neslin kâmil kişileri taşıyacak; onu aşırı gidenlerin bozmasından, bâtıl inançlıların karıştırmasından ve bilgisizlerin yanlış yorumlamasından koruyacaklardır. Başka Kelimeler ve Tecdîd Mefhumu: Şah Veliyyullah'ın tarifi ile aşağıda vereceğimiz diğer tariflerin özü, birleştiği nokta şu oluyor: Tecdîd, İslâm'ı bozmadan, ebedî prensiplerini değiştirmeden korumak, yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmaktır... Ancak bu mefhumu ifâde etmek için kullanılan kelimeler farklı olmuş, ortaya teceddüd, dinî ıslâhat, reform, İslâmlaşmak gibi kelimeler çıkmış, bu da mefhum karmaşasına sebep olmuştur. Suyûtî, Münâvî gibi eski sayabileceğimiz müellifler, hadîsten hareket ederek tecdîd ve müceddid kelimesini kullanmışlar, yaklaşık olarak Şah Veliyyullah'ın naklettiği mefhumda birleşmişlerdir. Yeni müelliflere gelince: a) Saîd Halim Paşa: Saîd Halim Paşa gerekli gördüğü dinî ve içtimâî ıslâhâtı "İslâmlaşmak" kelimesiyle ifâde etmiştir: "Bizim için İslâmlaşmak demek, İslâmiyet'in inanç, ahlâk, yaşayış ve siyâsete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir."85 "Müslüman milletler mütemâdiyen değişmekte olan zamanın zarûretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlar, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir..." b) Prof. Afîfî: Ezher ulemâsından ve bu isimle neşredilen derginin muharrirlerinden Prof. Seyyid el-Afîfî, eski tarifleri naklettiten sonra "tecdîd"in mefhumunu şu maddelerde toparlıyor: a) Kitâb, Sünnet gibi kaynaklardan, zaman ve zemine uygun hükümler çıkarmak, ortaya koymak, b) Kapalı kalmış noktaları açıklığa kavuşturmak c) Uygulamadan kaldırılmış İslâmî nasslara hayatiyet kazandırmak, d) Dini desteklemek ve yaymak, e) Hak ve gerçeğin yanında olmak, f) Toplum için faydalı olanı yapmak, g) İlâhî nizama hâkimiyet sağlamak.. c) Mâlik Binnebî: Cezâyirli mütefekkir Mâlik Binnebî tecdîd ve teceddüd kelimelerini, birbirine zıd mânâda kullanmak yerine, birbirini tamamlayan iki mefhumun ifâdesi olarak ele alıyor, bu arada reform kelimesini de müsbet mânâda kullanmaktan kaçınmıyor: "Üstelik bu şekilde bir Kur'ân telâkkisi, el-Muvahhid sonrası insanının ne hayat zembereğini kurmakta, ne de düşünce ve davranışlarına bir yön vermektedir. Çünkü reform için Kur'ân bir "Tecdîd" (yenileme) vâsıtasıdır, bir "Teceddüd" emri (yenilenme) değil. "Bununla beraber, Reform hareketinin içtimâî portresi muazzamdır ve bugünkü Rönesansımızın temeline her hâlükârda onu yerleştirmek gerekir. Bu "Tecdîd" de aslında bizim "yığılma"lar diye bahsettiğimiz şeylerin, psikolojik bir dille izahıdır. Teceddüd ise, rönesansın temeli olan "ferdin kendisini yenilemesi" demektir. Bu mânâda "Tecdîd", "Teceddüd"ün maddî şartlarını, daha doğrusu gıdasını teşkil eder. Bunun dışında ve bunsuz bir tecdîd -Sadece ruhu yenileştirmeye çabalamak- ancak bir zevâhirdir."88 Mâlik Binnebî tecdîd ve tecedüdü "reform"un iki ayrı yönü, birbirini tamamlayan iki unsuru olarak değerlendirmiş oluyor. Ona göre tecdîd nazarî plânda reformdur; teceddüd ise insanın kendini yeniden inşâsı, Kur'an-ı Kerîm'in potasında şekillenmesidir. d) Prof. M. el-Behiy: Batı emperyalizmi ile alâkası yönünden yeni İslâm düşüncesini tahlil ve tetkik için kaleme aldığı eserinde Behiy, 19. asrın ikinci yarısından itibâren İslâm dünyasında iki fikir hareketinin vücut bulduğunu, bunlardan birisinin müstemlekeci Batıyı tamamen taklide yöneldiğini, İslâm-doğu'ya ait eserleri inkâr ettiğini ve bu harekete "tecdîd" ismi verildiğini kaydediyor. Hindistan'da Seyyid Ahmet Han, Mirza Gulâm Ahmed; Mısır'da bunların muakkipleri tarafından temsil edilen bu hareketin karşısında olup, emperyalizm ile mücâdele eden, batıya cephe alan, doğunun kendi değerlerine yönelerek ve kendini yenileyerek kalkınacağını ileri sürenlerin temsil ettikleri hareket ise el-Behiy tarafından "dinî ıslâhat" adıyla anılmaktadır. Efgâni, Abduh, İkbâl gibi zevât tarafından temsil edilen ve kendisinin de katıldığı bu ikinci hareketin esaslarını el-Behiy şöyle özetliyor: "Dinî değerlere yeniden itibâr kazandırmaya ve müslümanların gözünden düşürmek için bu değerler etrafında meydana getirilen şüphe bulutlarını dağıtmaya çalışmak. İslâmî esasları, müslümanların hayatında durakladığı noktadan alarak çağdaş müslümanın hayatına getirmek; yarınına gözlerini açan müslümana -dünü ve bugünü arasında zikzaklar çizmeden- gideceği yolu göstermek..."89 e) Mevdûdî: Pakistanlı İslâm mütefekkiri Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî tecdîd ve teceddüd kelimelerini titizlikle birbirinden ayırmaktadır. O'na göre tecdîd kemâle doğru şu basamakları tırmanarak seyreder: 1 - Müceddid (tecdîd hareketini yürüten kişi veya zümre) önce içinde yaşadığı çevrenin hastalığını teşhis eder; gayr-i İslâmî tesirlerin giriş yollarını, yerleşme merkezlerini, derinliğini, yayılma hızını... tesbit eder. 2 - İslâh ve tedâvi çarelerini gösterir. 3 - Kendi gücünü ve imkânlarını, faâliyetinin saha ve sınırını tesbit eder; netice alabileceği sahayı seçer. 4 - Bütün imkânlarını seferber ederek bir kültür ve zihniyet inkılâbı meydana getirmeye çalışır. 5 - Amelî ıslâhâta teşebbüs eder; gayr-ı İslâmî davranışları ve ahlâkı, İslâmî olanlarıyla değiştirmeye, gönülleri İslâm sevgisiyle doldurmaya çalışır. 6 - İctihad eder; dinin prensiplerini ve yaşadığı asırda hâkim olan medeniyetin husûsiyetlerini kavrar; İslâm'ın bütün dünyaya yeni bir medeniyetin müjdesini götürme yollarını çizer, vâsıtalarını tâyin eder. 7 - İslâm'ı kökünden kazımak için faâliyet gösteren güçlerle mücâdele eder. 8 - Asr-ı Saâdet nizamına yeniden hayatiyet kazandırır. 9 - İslâm'ın saâdet pınarından bütün dünyanın kana kana içmesini sağlamak için gayret eder. Teceddüd ise tecdîdin tam aksine, İslâmî olan ile olmayanı birbirine karıştırmak, tâvizler ve te'villerle barışmazı barışır, bağdaşmazı bağdaşır kılmaya çalışmaktır.90 tecdîd: "Esasını bozmadan dîni korumak, toplumun ihtiyaçlarını, onun katkısız ve tükenmez kaynaklardan karşılamak, ilâhî nizamdan sapmaları düzeltmek ve önlemek, İslâm'ı asrın anlayışına söyletmektir. Tecdîd toplumun kalkınması ve dünyada refahı, âhirette felâhı için gereken her tedbirin alınması; nazarî, fikrî, amelî faaliyetlerin icrâsıdır." Ancak bu mefhumu tecdîd, ıslâh, reform, İslâmlaşmak... terimlerinden birisi ile ifade etmekte birlik hâsıl olmamıştır. Bu terimler bazan zıt mânâda kullanılmış, bu da zihinlerin karışmasına sebep olmuştur. Biz, bu yazıda, İslâm'ın ruhuna uygun ve hadîs-i şerifin ifade ettiği ıslâhât için "tecdîd", bunu yürüten ıslâhâtçı kişiler için de "müceddid" terimlerini kullanacağız. Günümüzde daha çok kullanılan "reform" tâbirini ise, İslâm ile bağdaşmayan bir ıslâhâtı ve protestanlığın doğmasını sağlayan hareketleri andırdığı, yanlış anlamalara meydan verdiği için tecdîd mânâsında kullanmayacağız. Reform ve Tecdîd: Islâh etmek, düzeltmek gibi lûgat mânalarında kullanılan 'reform' kelimesinin terim olarak umûmi ve husûsi mânaları vardır: a) Umûmî olarak reform: Dindarların törenlerinde veya din adamına bağlı oldukları kaidelerde yapılan değişiklik ve bilhassa bir tarikatte ilk kaidelere dönmektir. b) Husûsî olarak reform: Çeşitli protestan birliklerinin kilise inanç ve disiplininde yaptıkları değişikliklerdir. XVI. yüzyılda Avrupa'nın büyük bir kısmını papaların hâkimiyetinden çıkaran ve protestan kiliselerinin kurulmasına yol açan dinî hareketler "reform" terimi ile ifade edilir. 10 Kasım 1483'te Saksonya'da doğan Luther'i, mezkûr reform hareketine sevkeden âmiller vardır: a) Dördüncü asırda kurulmuş olmasına rağmen papalık ilâhî, mukkaddes ve lâ-yuhti (yanılmaz) kabul edilmektedir. Ayrıca papadan papaza doğru bir mertebe zinciri vardır. b) Rahiplere evlenmek yasaktır. c) Papanın günahları affetme selâhiyeti ve tevbe için papaza günahın itirâf edilmesi mecbûriyeti vardır. d) Papa zaman zaman günahların affedildiğini bildiren vesikalar (endülüjans beratları) satmaktadır. e) Hıristiyanların mukaddes kitâbı okuyup anlama selâhiyetleri yoktur. Luther uzun süren bir vicdânî bunalımdan sonra, Paulus'un "Romalılara Mektubu"nda insanın mânevî kurtuluşunu doğrudan doğruya imâna bağlayan bir metin buldu. Artık bu metin, bütün protestan kiliseleri için bir ilâhiyat, ahlâk ve mistizm kaynağı olacaktır. Hıristiyanlığı hak ve tek inanç etrafında toplamaya muvaffak olamamakla beraber reform hareketleri yeni kiliselerin doğmasını (protestanlar) ve bu kiliselerin şu esasları benimsemesini sağlamıştır: a) Kitâb-ı Mukaddes hıristiyanlık için tek kaynaktır. b) Her hıristiyanın bu kitâbı okuma ve açıklama selâhiyeti vardır. c) Kilise günah bağışlayamaz. d) Kitâb-ı mukaddes çeşitli dillere çevrilebilir ve ibâdet bu tercümeler ile yapılır. e) Din adamları evlenebilir. f) Günahları itiraf zarûrî değildir. g) Kilisede resim ve heykeller bulunmaz... Mukâyese: Dinde reform veya ıslâhât deyince yukarıda özetlenen tecdîd, reformcu deyince de müceddid kastediliyorsa mesele yoktur. Fakat bu tâbir İslâm için kulanılırken hıristiyanlıktaki reform kastediliyorsa birbirinden tamamen ayrı ve farklı iki şeye aynı ismi vermek gibi bir hatâya düşülüyor demektir. Yukarıda reform hareketinin ulaştığı neticelerin önemlilerini kaydetmiştik. Bunları İslâmî esaslar ve tecdîd yönünden de ele alır ve karşılaştırırsak aradaki fark berraklaşacaktır: 1 - Reform Kitâb-ı Mukaddes'i hıristiyanlığın tek kaynağı haline getirmiş, papaların buyruklarına bu mânâda kudsiyet tanımamıştır. İslâm'da, Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın (sav) sünneti ana kaynaktır. Bunlar dışında kalan fikir ve kaynaklar "şaşmaz, yanılmaz" değildir. Tenkit ve tartışmaya ve gerektiği zaman değişmeye tâbîdir. 2 - Reform hıristiyanlara Kitâb-ı Mukkades'i bizzât okuma ve açıklama selâhiyetini getirmiştir. İslâm'da her mü'min Kur'ân-ı Kerîm'i okur, dil ve usûl biliyorsa anlar ve açıklar. 3 - Protestanlara göre kilise günah bağışlayamaz. İslâm'da günah bağışlama selâhiyeti yalnızca Allah'a aittir. Bunun için şefâat dahi onun iznine tâbîdir. 4 - Reformdan sonra Kitâb-ı Mukaddes'in çeşitli dillere tercümesi ve bunlarla ibâdet mümkün hâle gelmiştir. İslâm'da başlangıçtan beri Kur'ân-ı Kerîm kısmen ve zamanla tamamı çeşitli dillere çevrilmiş, meâller ve tefsirler yazılmış, aslını öğreninceye kadar tercümesi ile ibâdete izin verilmiştir. 5 - Ancak reformdan sonra din adamları evlenebilmiştir. İslâm'da ise Allah'a tam kulluk yapayım diye evlememeye kalkışanlara Resûlullah (sav) karşı çıkmış, "Benim yolumdan ayrılan benden değildir" buyurmuştur.92 6 - Reform günahların affı için papaza itiraf zarûretini kaldırmıştır. İslâm'da günahların gizlenmesi, kimseye ifşâ edilmemesi ve Cenâb-ı Mevlâ'ya içten tövbe edilmesi, her kulun bizzat bağışlanmayı dilemesi esastır. 7 - Reform kiliseden resim ve heykelleri kaldırmıştı. Resûlullah'ın (sav) Mekke fethinden sonra ilk işi Kâbe'yi putlardan temizlemek olmuştur. Şu kısa mukâyese gösteriyor ki hıristiyanlıkta kilise, halk ile Mukaddes Kitâb'ın kul ile Allah'ın arasına girmiş, dinde olmayan bir takım inanç, ibâdet ve âdetler getirmiş... reform hareketi de bunları ortadan kaldımayı hedef almıştır. Daha kısa bir deyişle din -iman, ibâdet, âyin ve ahlâk yönlerinden- bozulmuş, değiştirilmiş, reformcular da bunu aslına çevirmeye çalışmışlardır.93 İslâm'da imân, ibâdet, ahlâk ve cemiyet düzeni Resûlullah (sav) zamanında, Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet'te nasıl tesbît ve tanzim edilmiş ise bugüne kadar aynen kalmış, kitapta ve nazarî plânda hiçbir kayıp ve değişme olmamıştır. Tecdîdin Hikmeti: Tecdîde niçin ihtiyâç duyulmuş ve Hz. Peygamber (sav) tarafından yüzyılda bir müceddidin geleceği haber verilmiştir? "Tecdîdin Hikmeti" başlığı altında bu soruya cevap arayacağız. İslâm'a göre Hz. Âdem'den Peygamberler Hâtemi'ne (sav) kadar, rasûllerin getirdiği dinler, tevhid (Allah'ın birliği), nübüvvet (peygamberlik, vahiy), âhiret (öldükten sonra tekrar dirilme, hesap verme, karşılığını görme ve ebedî yaşama) gibi değişmez esaslar yanında, insanoğlunun zaman içindeki gelişmesine paralel olarak değişen içtimâî, hukûkî, ahlâkî... hükümler getirmişlerdir. Mustâfây-ı Müctebâ (sav) son peygamber, Kur'ân-ı Mecîd de son kitâbdır. Bu demektir ki artık peygamber ve kitâb gelmeyecek, İslâm kıyâmete kadar devâm edecektir. İnsanların ve onlara mahsus müesseslerin değişme zarûreti yanında bu devamlılık, değişmeyen ile değişenin beraber yürümesi ve yaşaması nasıl olacaktır? İşte İslâm'da kaynakların özelliği, ictihâd ve tecdîd müesseseleri ve zarûret prensibi bu suâle cevap, bu probleme çözüm getirmektedir: a) Kitâb, sünnet, icmâ gibi kaynaklar, hayatın değişen, değişmesi zarûrî olan taraflarını serbest bırakmış, bunları durdurucu, bağlayıcı hükümler getirmemiştir. b) Anormal durum ve zamanlarda zarûret (zorda kalma) prensibi, bağlayıcı hükümlere yumuşaklık getirmiştir. c) İctihâd ve tecdîd müesseseleri, çözümü ilim ve ehliyet sahibi müslümanlara bırakılmış meselelere -zaman ve zemînin gereğine göre- ana kaynaklardan çözüm getirme imkânını bahşetmiştir. İsrailoğulları içinde sayıları binleri bulan ara peygamberlerinin vazifelerini İslâm'da, -onlardaki vahiy yerine ictihâdlarını kullanarak- ifâ edenler müceddid ve müctehidler olmaktadır. a) Bidatlerle mücâdelede ifrat: İbn Hazm, İbn Teymiyye, Muhammed b. Abdulvehhâb gibi âlimler, vehhâbîler, kadızâdeliler gibi gruplar müslümanları sünnet yolunda birleştirmek ve bidatları ortadan kaldırmak için mücâdele bayrağını açmışlardır. Ancak mücâdelede usûlleri çok sert ve kırıcı olduğu için müsbet netice alamamış, bidatçıların taassubunu körüklemiş, birleştirmek yerine ayrılmalara, sünnete bağlamak yerine ondan uzaklaşmalara sebep olmuşlardır. İslâmî terbiyede, iyiyi emir ve kötüyü yasaklamada esas, kaş yaparken göz çıkarmamak, bir avuç pirinç için bir çuval bulguru zâyi etmemektir. İslâmî Harekette Aydın ve Ulemâ Müslüman-Türk ilim ve kültür tarihinde okumuşların, mektepli-medreseli şeklinde ayrılmaları oldukça geç devirlerde, daha ziyade Meşrûtiyetten sonra görülmektedir. Bundan önce bizde "aydın" tabirine rastlanmamakla beraber, kavram olarak "âlim aydındır, aydın da âlimdir." Osmanlının son zamanlarında medreseler bozulup, ıslâhından da ümit kesilince, bunları oldukları gibi bırakıp, ülkenin muhtaç olduğu teknisyen, teknokrat, eğitimci, idareci... elemanları yetiştirmek üzere çeşitli mektepler açılmıştır. Bu mekteplerin büyük bir kısmının programlarında dînî bilgiler yanında müsbet ilimlere de yer verilmiştir. Yeni mektepler mezun verip mezûnlar da toplum içinde yerlerini almaya başlayınca ortaya tâbir caiz ise iki okumuş tipi çıkmıştır: mektepliler ve medreseliler. Ancak bu iki tip arasındaki önemli fark, din karşısındaki tavır ve dünya görüşü değil, eğitim ve bilgi farkıdır. Ülkemizde dünya görüşleri farklı ulemâ ve aydın tiplerinin zuhûru cumhuriyetin ilânından sonradır. Bu son dönemi de ikiye ayırmak gerekir: 1950 öncesi ve sonrası. Birinci dönemde ülkede resmî din tahsili veren bir mektep bulunmadığı gibi, mevcut mekteplerin programlarından da din maddesi tamamen çıkarılmış, yalnızca din aleyhinde propagandaya izin verilmiş, hatta bu husûs teşvik edilmiştir. Bu resmî yaklaşım ve uygulama karşısında halk, cumhuriyet öncesi mektepler ile medreselerden kalma okumuşlara (bunlara bir mânâda ulemâ da denebilir) sarılmışlar, dîne yan bakan okumuşlardan (bu tip aydınlardan) uzaklaşmışlardır. Bu devrin aydınları, Batıda yaşanan Aydınlanma devrinin aydınları gibi, bilgiyi semâdan değil yerden, akıldan alıyorlar, Hâtemu'l-enbiyâ yerine Auguste Comte'a iman ediyorlardı. Hadis’e yaklaşım nasıl olmalı? İslâm'a karşı olanlar (münafıklar) ile İslâm'ın belli bir yorumunu (mezhebi, tarîkatı) din hâline getiren bazı mutaasıp taraftarlar, cahiller, gâfiller hadîs uydurmuş, bunları ilim ve din piyasasına sokmaya çalışmışlardır. Bu tehlike bizzat Rasûlullah (s.a.v.) tarafından zamanında -hatta zamanından önce- haber verildiği için hadîs biliminin uzmanları doğruyu, gerçeği, yanlış ve sahteden ayıracak ölçüler geliştirmişler, belli kitaplarda uydurma hadîsleri toplayıp hapsederek, belli kitaplarda da sahih hadîsleri toplayıp hizmete sunarak tedbir almışlardır. Bütün bunlara rağmen hadîs ilminde zayıf, hadîs uydurma hareketine karşı gâfil bulunan bazı iyi niyetli müslümanlar bilmeden bazı uydurma hadîsleri sahih zannetmiş, sözlerinde, sohbetlerinde ve kitaplarında bunları kullanmışlardır. Ancak buna bakarak bütün hadîsleri uydurma saymak, dînin ikinci önemli kaynağı olan Sünnet'i devre dışı bırakmaya kalkışmak, hiyânet değilse, büyük bir gaflettir. Batılılaşma Efsânesi Tanzimat'ın mimarı Mustafa Reşid Paşa bir gazeteciye şunları söylemişti: Bugün Avrupa gerek sınâî kudreti ve ilmî seviyesi ile gerek her şehirde görüp hayran kaldığım refah ve umran ile gerek maârif hayatı, hukukî ve ictimaî nizamı ile beşerin vasıl olabileceği en mükemmel bir sosyeteye mâliktir...Bu hakikaten kuvvetli ve temeddün etmiş (medenîleşmiş) sosyeteye dühûl etmekten (girmekten) başka çâre-i halâsımız (kurtuluş çâremiz) yoktur... Aklımız yettiği kadarınca mezkür seviyeye erişebilmek ve devr-i müstakbelde (gelecekte) Avrupa ailesinin lâakal (hiç değilse) mütevâzı bir ferdi olabilmek gâyesiyle bazı tedâbîr ve ıslâhâta tevessül ettik..." Tanzimat reformunun niçin yapıldığını en selâhiyetli ağızdan açıklayan bu sözlerin özeti şudur: İnsanlığın ulaşabileceği en ileri uygarlık düzeyi Batı uygarlığıdır; bizim de kurtuluş çâremiz batılılaşmak, Batı uygarlık ailesine dahil olmaktır. Gerek tanzîmat ve gerekse meşrûtiyet devirlerinde yapılan ıslâhat ve yenilik hareketlerinde daima din devreye giriyor, kimi zaman engel olduğu için dışlanan, dışlanması gereken bir köhne kurum, kimi zaman veya kimilerince de yapılacak ıslâhata kaynak olmasa da destek olarak kullanılan bir unsur olarak görülüyordu. Din veya dînî olan, kısmen tasfiye edilip yerine Avrupalı yenisi konularak kısmen de yine Avrupalı/çağdaş yeniyi meşrûlaştırmada bir araç olarak Cumhuriyete kadar işlevini sürdürdü. Cumhuriyet de başlangıçta dîni kullandı, ona işi bitince bir alan belirledi, dîni oraya hapsetti ve sınırını aşmasını, dünya ve siyaset işlerine karışmasını yasakladı; bunun da adına laiklik dendi. Çağdaşlaşabilmek için üç farklı yaklaşım üzerinde durabiliriz: Batılılaşma, Batıdan bazı şeyler alarak eksikleri tamamlama ve alternatif bir medeniyeti canlandırma, ihyâ etme. a) Batılılaşma, bir müslüman toplum için kendinden çıkma, baştanbaşa değişme, kimlik değiştirme mânâsına gelir. Müslümanların böyle bir değişmeyi, başkalaşmayı, kimlik değiştirmeyi isteyip istemedikleri, böyle bir talebin meşrû olup olmadığı bir yana -ki asla istenemez ve meşrû değildir- bunun mümkün de olmadığına yukarıda işaret edilmiştir. b) İkinci yaklaşım, bütün ıslâhât teşebbüsleri boyunca denenmiş bulunan yoldur. Değişen husus, alınıp alınmayacak unsurlar ile bunların dozunun belirlenmesinden ibârettir. Konu üzerinde kafa yoran ıslâhatçılar ve düşünürler içinde "yalnız müsbet ilim, metodoloji ve teknoloji" diyenlerden tutun, "din hariç her şey" diyenlere kadar çeşitli görüş ve düşünce sahibi olanlara rastlamak mümkündür. Birinci yaklaşımı benimseyenlere "köktenci Batıcılar" denirse, bunlara da "sentezciler" demek mümkündür. Eğer sentez formülünde Batıdan alınacak unsurlar hâkim ise "sentezci Batıcılar", yerli kültürün unsurları hâkim ise "sentezci .....lar" terimlerini kullanabiliriz. c) Öz kültürü canlandırma yaklaşımı son yıllarda İslâm aydınlarının gündemini işgal etmektedir. Buna göre İslâm kültür ve medeniyeti bir bütündür, savunma mecbûriyeti ve hayatî zarûretler bulunmadıkça yabancı kültürlerden, bilim ve teknolojiden bir şey olduğu gibi alınmaz. İslâm kültürünün kendi dinamikleri iyi işletildiği takdirde o kendini yeniler, her çağın ihtiyacına cevap verir (çağdaştır), asırlar boyunca bu kâbiliyetini isbat etmiştir, duraklama ve gerileme çağlarında olandan İslâm sorumlu değildir, saltanat ve bilimsel donukluk (ictihad yerine taklid) sorumludur. İslâm ümmeti içindeki tefrîka ve fitne sorumludur. Bunlara Moğol istîlâsı gibi bazı dış âmiller de eklenince İslâm medeniyet ve kültürü bir duraklama dönemine girmiştir. Duraklamanın sebeplerine doğru teşhis konur, çözüm için ana kaynaklara dönülür, iyi bir eğitim programı yapılır, tefekkür ve ictihad devreye sokulursa İslâm toplumları aradıklarını kendi kültür ve medeniyetlerinde yeniden keşfeder ve bulurlar. Gazzâlî vahyin, ilhâmın ve kalbin ihmâline başkaldırmıştır. İbn Teymiyye aklın ve ilhâmın haddini aşmasına ve atâlete karşı çıkmıştır. İmam-ı Rabbânî şerîat ile tasavvuf (vahiy ve bunun metodolojik yorumu ile ilhâm, zevk ve keşif) arasında bozulan dengeyi düzeltmeye çalışmıştır. Şâh Veliyyullah, Molla Sadra bir alternatif düşünce sistemini kurmaya çaba göstermişlerdir. Bütün bu gayretler teori ve pratikte başarıya ulaşabilse ve unsurlar arasındaki âhenk yeniden kurulabilseydi bugün İslâm dünyası bir başka yerde ve seviyede olurdu. "Din terakkiye mânîdir, değildir" tartışması, Batılılaşma âfetinin haberci rüzgârı olarak ortaya çıktı; Ziyâ Paşa'nın deyişi ile "Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı". "Din terakkiye mânîdir" diyenlere göre hem müslüman olmak, hem de ileri, gelişmiş, çağdaş olmak mümkün değildir. Bu tartışmaya girmeden önce çağdaşlaşmaktan maksadın ne olduğunu açıkça ortaya koymak şarttır. Çağdaşlaşmak madalyonun iki yüzü ile (hem bilim, teknik, teknoloji, ekonomik kalkınma, insan hakları, hayatı kolaylaştırıcı icatlar, keşifler..., hem de stres, terör, cinsel özgürlük, ahlâksızlık, dinsizlik, sekülarizm, kirlilik, tene ve toprağa mahbûsiyet, Allah yerine kendine tapınma... ile) Batılılaşma, Batı standartlarını yakalama ise, buna hem milliyet, hem de din mânîdir, engeldir, ikisi bir arada olamaz. Hilâfet nedir? Hilâfetin lûgat mânâsı, birinin yerine geçmek, arkasından gelmek ve temsil etmektir. Bir fıkıh terimi olarak hilâfet, İslâm toplumumun ve devletinin başkanlığını ifade etmektedir. Aynı mânâda "imâret" ve "imâmet" terimleri de kullanılmaktadır. Hilâfetin özü, "İslâm ümmetinin birliği, beraberliği, bu birliğin siyâsî ve hukûkî yapıda temsili, yapının İslâmî amaçları gerçekleştirmeye yönelik olmasıdır". Bu özün çeşitli şekillerde gerçekleşmesi mümkündür. Meselâ İslâm ülkeleri, kısmen veya -ideal olanı- tamamen anlaşarak birleşik devlet, konfederasyon, federasyon vb. bir yapı meydana getirseler ve bu yapının bir meclisi ve başkanı olsa, ortak yapı ile ünitelerin karşılıklı ilişkileri, hak, selâhiyet ve sorumlulukları belirlense hem bir mânâda İslâm Birliği (İttihâd-ı İslâm), hem de özü itibarıyla hilâfet gerçekleşmiş olur. Yeter ki bu yapının siyâsî, sosyal, hukûkî, iktisâdî nizâmı İslâm şemsiyesi altında gerçekleşmiş bulunsun! Yapının daha gevşek, ünitelerin daha hür olacakları başka şekiller de düşünülebilir ve bunların tamamı, hilâfetin özüne yönelik adımlar veya bu özün bizzat kendisi olabilir. İslami Vahdet deyince ne anlamak lazım? İslâmî vahdet herkesin aynı çatı (inanç, düşünce, yorum, yaklaşım) altında birleşmesi değildir. Böyle olsaydı İslâm'da ictihada, yorum ve bunlara dayalı ihtilâfa izin verilmezdi, mezheb, meşreb ve tarikatler olmazdı. İslâmî vahdet -teşbihte hatâ olmazsa- bütün bu farklı malzemenin bir ümmet binasını kuracak kâbiliyette, vasıfta, özellikte olması, birbirini tamamlayarak bir ümmet bahçesini teşkil etmeleridir. Bu binâda ve bahçede dışlanacak malzeme, bütünlüğü bozan, yapıyı zayıflatan, bahçeyi harâb edecek olan yabancı malzemeler ile zararlı bitkilerdir (Münâfıklar, düşmanlar, hâinler, hakka boyun eğmeyenler, haksız eyleme kalkışanlardır..) Bu teşbîhi biraz açmak gerekirse önce aynı düşünce ve yaklaşımda olanlar kendi aralarında birlikler oluştururlar; sonra bu birlikler "bizden olanı olmayandan, dostu düşmandan" ayıran daha geniş ölçüler kullanarak aralarında yaklaşma, dayanışma ve bütünleşmeye giderler. Karşı grubu değerlendirirken insâf ve adâletten ayrılmamak, her unsura ve vasfa ayrı ayrı hakkını vermek, sonra genel bir kanâate varmak gerekir. İki grup düşünelim, bunlar aynı imân esalarına inanmış, İslâm'ın insan hayatının çeşitli boyutları ile ilişkisi konusunda da aynı görüşü benimsemiş olsunlar. Farkları lider veya maksada ulaştıran yol ve taktik konusunda olsun; imdi bu iki grup birbirini değerlendirirken ortak noktaları bir kalemde geçer, farklı noktaları büyütür, fer'i aslın, vesileyi maksadın, önemsizi önemlinin, ihtilâflıyı ittifaklının üstüne geçirir, önüne alırlarsa insâf ve adâletten ayrılmış, doğru yoldan sapmış olurlar. Bu örnekte adâlet ve insâf ancak şöyle bir değerlendirme ile gerçekleşir: "Karşı grup ile biz, hepimizi bağlayan konularda ittifak etmişiz. Ayrıldığımız hususlar farklı ictihad ve yorumlara dayanıyor, bizim kadar onların da bu konularda ictihad ve yorum hakları vardır. Bize göre onlar bu noktalarda isâbetsiz bir ictihadda bulunmuşlardır, onlara göre de biz öyleyiz; hepimizin niyeti iyi, usûlü meşrû ve ilmî, niyeti kulluk, şu hâlde Allah her ikimize de ecir verirken, her ikimizi de kulluğuna kabûl buyururken biz niçin birbirimize düşman olalım, soğuk bakalım, uzak duralım, en azından duâ ederek birbirimizi desteklemeyelim!" Birlik, İhtilâf, Tefrika ve Şûra Üzerine İslâm düşüncesi ve inancı sâhasına geldiğimiz zaman, Emevîlerden itibaren yabancı kitapların tercüme edilmesi ile İslâm dünyası Yunan düşüncesi ile tanışmış, ortaya tasavvuf, felsefe ve kelâm okulları çıkmıştır. Bunların herbiri, kendilerine mahsus metodun doğruya götüren yegâne metod olduğunu iddiâ etmişler, bazı zamanlarda bu iddiâ sertleşmiş ve karşılıklı olarak birbirlerini tekfir (İslâm'dan çıkmakla itham) noktasına gelmiştir. İbn Rüşd, İbn Haldûn, Şâh Veliyyullah, İmam-ı Râbbânî, Molla Sadra, Sıddık Hasen Han, İkbâl gibi telifçi, uzlaştırıcı, birleştirici zâtların zuhûruna rağmen İslâm düşüncesi sâhasındaki ayrılıkların hâlâ devam ettiğini söyleyebiliriz.

Hiç yorum yok: