16 Nisan 2009 Perşembe

TOPLUMSAL MUHALEFETİN TEMSİLCİSİ OLARAK BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

TOPLUMSAL MUHALEFETİN TEMSİLCİSİ OLARAK BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ DAVUT DURSUN 1 Said Nursî (Ö. 1960), Türkiye’de farklı toplumsal kesimlerin üzerinde bir türlü uzlaşamadıkları, kendisi hakkında en olumsuzundan en olumlusuna kadar geniş bir yelpazede değişik değerlendirmelerin yapıldığı Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli şahsiyetlerinden biri. Onun şahsiyeti, düşünce­leri ve eylemleri konusunda farklı görüş ve değerlendirmelerin olması, hayatının tek bir çizgide ele alınamayıp farklı sosyal ve siyasî şartlara göre değişik özellikte dö­nemlerden ibaret olmasından ileri gelmektedir. Said Nursî’nin kişilik ve eylemlerinin farklı özellikler göstermesi, içinde yaşadığı çağın ve toplumun siyasî ve sosyal ba­kımdan son derece önemli ve radikal değişiklikler ve dönüşümler geçirmesiyle de yakından ilgili olduğu söylenebilir. Şimdiye kadar Said Nursî, çeşitli yönleriyle pek çok araştırmaya, incelemeye ve tartışmaya konu olmuştur. Hem lehinde hem de aleyhinde çeşitli değerlendirmeler yapılmış, kimisi onu mahkum ederken kimisi de bir veli derecesine çıkararak olağa­nüstü özellikler atfetmiştir. Bir din âlimi olarak, bir müceddid olarak, bir veli olarak, bir mücadele adamı olarak incelenmiş olan Said Nursî, bu çalışmamızda toplumsal muhalefetin temsilcisi olarak ele alınacak ve bu vasfıyla değerlendirilecektir. Üç ayrı dönem üç ayrı Said Nursî Said Nursî’nin hayatını ele alanlar genelde, bizzat kendisinin yaptığı gibi, “Eski Said, Yeni Said” şeklinde ikili bir ayırıma gitmekle beraber bu ayırımın gerçeği tam yansıtmadığı ve üç ayrı dönemde ele alınmasının daha doğru olacağı söylenebilir. Aslında “Eski Said, Yeni Said” şeklindeki ayırım, bizzat Said Nursî’nin kendisi tara­fından yapılmış olduğundan genelde bu ayrıma uyulmuştur. Oysaki, “Yeni Said” dönemi olarak formüle edilmiş olan 1925’ten sonraki siyasî hayattan tamamen uzak, gözetim altında ve memleketinden ayrı hayatı, Tek Parti yönetimi dönemi olan 1950’ye kadar olan ile Çok Partili rejime geçildikten sonrakini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Çünkü bu iki dönemdeki tutum ve davranışlarında önemli değişiklikleri gözleyebilmekteyiz. Bu sebeple biz bu çalışmamızda Said Nursî’yi üç ayrı dönemde ele almayı daha uygun bulmaktayız: a. 1925 öncesi. b. 1925-1950 arası ve c. 1950 sonrası. 1925’ten önce Said Nursî; siyasî hayatta aktif bir muhalif Said Nursî, 1925’ten önceki hayatı için “Eski Said” ifadesini kullanmaktadır. 1876 veya 1877’de Bitlis’in Hizan ilçesinin İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğan Said Nursî, dokuz yaşına girdikten sonra eğitim ve öğretimine çevredeki medreselerde başlamış ve burada göstermiş olduğu tutum ve davranışlarla farklı ve muhalif bir kişilik yapısına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Haksızlıklara, yanlışlık­lara ve adaletsizliklere tahammül edemediğini, bu tür muamelelerle karşılaştığında karşı çıkmayı bir görev bildiğini medrese eğitimi sırasında göstermiştir. Tağ, Pirmis ve Hizan medreselerindeki eğitimi sırasında göstermiş olduğu tutum ve davranışları, onun muhalif kişilik yapısını, belirgin hale getirmiştir. 2 Said Nursî’nin muhalefetinin iki düzlemde incelenebileceği söylenebilir. Biri yu­karıda belirtildiği gibi kişilik yapısı düzlemi, diğeri ise yaşadığı dönemin sosyal ve si­yasî şartların ortaya koyduğu ortam düzlemidir. Aslında bu her iki düzlem birbirini tamamlamakta ve onun bir muhalefet temsilcisi olarak sivrilmesi ve bu çerçevede faaliyet göstermesinde rol oynamaktadır. Bu durumda ilk eğitim ve öğretimi yılla­rında gözlenen muhalif kişilik yapısı ve psikolojik özellikleri, daha sonraki hayatında sosyal ve siyasî şartların doğurduğu kaotik ortamda toplumsal muhalefetin temsilcisi işlevini üstlenmesine olumlu bir katkı sağlamıştır. Din adamları yetiştiren bir ailede doğmuş olan Said Nursî’nin çocukluğu medre­selerde geleneksel eğitimle geçmiş, gençliğinde bölgedeki aşiret çatışmaları sebe­biyle siyasî konularla tanışmıştır. Şeyhler, aşiretler ve mahalli güçlerin rekabetinde belli noktalarda rol üstlenmesi onu, erken denebilecek bir çağda siyasî ve sosyal so­runlarla yüzyüze getirmiştir. Çocukluğundan beri cedelci ve muhalif kişiliği bir yerde uzun zaman kalmasına imkân vermemiştir. Devamlı değişik şehirleri ziyaret etmesi ona, bölge insanını ve sorunlarını yakından görme imkânı vermiştir. Aşiret­lerarası çatışmalarda uzlaştırıcı bir rol oynaması, onun kişiliğine uygun bir davranış olarak değerlendirilebilir. Said Nursî’nin dik başlı, eğilmez ve ciddiye almaz tavrı, gördüğü bir rüya üzerine Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’yı hidayete dâvet etme­sinde açıkça görülür. 3 Said Nursî’nin 1892 yıllarında Mardin’de bulunduğu sırada siyasî faaliyetlere ilgi duyduğu, buradan geçen C. Afgani ve Sünusi hareketine mensup iki ayrı şahısla karşılaştığı ve bunlardan etkilendiği belirtilmektedir. Mardin mutasarrıfı, siyasî faali­yetleri sebebiyle, onu silâhlı nezaretçilerle şehirden çıkarmak ve Bitlis’e göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Said Nursî’nin denetiminden geçen biyografisinde “ilk ha­yat-ı siyasîyesi Mardin’de başlamıştır” 4 ifadesi bulunmaktadır. Bitlis’te Vali Ömer Paşa’nın maiyetine girmeyi başaran Said Nursî, burada kala­rak valinin çocuklarına ders vermiş ve ardından da Van valisi Hasan Paşa’nın dâveti üzerine buraya gidip onun hizmetine girmiştir. Bitlis ve Van valilerinin maiyetinde çalışması, ona yeni bir ufuk açmış, dünyayı ve siyasî sorunları izleme imkânı bul­muştur. Valiye danışmanlık görevinin yanı sıra aşiretlerarası anlaşmazlıklarda arabu­luculuk yapması onun için önemli bir faaliyet olmuştur. 5 Said Nursî 1908 yılı başlarında Halife-Sultan’a Van’da bir üniversite kurmakla ilgili talebini iletmek üzere ilk defa İstanbul’a gitmiş fakat bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır. Hatta II. Abdülhamit’in onu bir akıl hastanesine sevk ettirmesi ve üni­versite projesine ilgi gösterilmemesinin bu tarihten itibaren siyasî mücadelede daha aktif olarak yer almasında müessir olduğu ileri sürülebilir. Nitekim 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet ilan edildikten üç gün sonra İstanbul’da, ardından da Selanik’te yaptığı konuşmasında kullandığı kavramlar ve vurgular, o dönemde Ab­dülhamit yönetimine karşı muhalefeti temsil edenlerinkiyle büyük benzerlik göster­mektedir. “Hürriyet”, “esaret”, “millet-i mazlume”, “terakki”, “medeniyet”, “istibdat”, “hükûmet-i meşruta”, “hakimiyet-i milliye”, “vatan”, “şeriat”, “ittihad”, “meşrutiyet” gibi kavramlar yönetime muhalif olanların sık kullandıkları sözcükler­dir. 6 Said Nursî’nin Selanik’te verdiği nutuk, bir yandan dönemin temel eğilimlerini yansıtırken, diğer yandan önemli kaygılarını da dile getirmekteydi. Hürriyeti “hürri­yet-i şer’i” diye selâmlarken yeni durumu “velba’su ba’del mevt”le bir tutmakta sık sık şeriata atıflar yaparak kaygılarını anlatmaktaydı. Devrin en önemli düşünce merkezlerinden biri olan Selanik’te Jön Türklerin ileri gelenleriyle teşrik-i mesai yapan Said Nursî, nutkunda Jön Türk düşüncesinin temel kavramlarını kullanmakla beraber onun bu kavramlardan anladığı ve anlatmak istediği onlardan oldukça farklıydı. Meselâ “Ey ebna-i vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz. Ta elimizden kaç­masın ve müteaffin olan eski esareti başka bir kapta bize içirmekle boğmasın. Zira hürriyet, müraat-ı ahkam ve adab-ı şeriatla ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvü nema bulur...” 7 ifadesinde farklı düşündüğünü açıkça ortaya koymaktaydı. Diğer taraftan Dini Ceride’de (sayı: 70, 26 Şubat 1324) yayımlanan bir yazısında “Meşru­tiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkamda Avrupa’ya dilencilik etmek, Din-i İslâma büyük bir cinayettir ve Şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir” diyerek nasıl farklı düşündüğünü ortaya koyuyordu. Nitekim yeni yönetim onu tutuklamakta tereddüt göstermemiştir. 8 II. Meşrutiyet döneminde siyasî hayatın içinde aktif olarak yer alan Said Nursî, önce II. Abdülhamit yönetimine karşı muhalefet safında görülmüş daha sonra ise Jön Türklere karşı mücadele vermiştir. 31 Mart (1909) olayından kısa bir zaman önce kurulmuş olan “İttihad-ı Muhammedi” adlı cemiyetin kurucuları arasında bu­lunması başlı başına muhalefetin bir dışavurumu şeklinde değerlendirilebilir. Zira bu cemiyet ve onun sözcüsü durumundaki Volkan gazetesi 31 Mart olayının suçluları arasında görülmüş ve Volkan’ın sahibi ve sorumlu müdürü Derviş Vahdeti idam edilmiştir. Said Nursî, bu ayaklanmanın suç ortaklarından olduğunu reddetmekteyse de 9 Jön Türk yönetimine karşı çıktığı ve muhalefet yaptığı açıktır. Jön Türklere “siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim ola­caktır” 10 diyor ve iktidardaki Batıcılara karşı İslâmî çevrelerin sözcülüğünü yapı­yordu. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti Jön Türkleri terörizme dayalı bir sindirme politikası izleyip aynı zamanda İslâmî kuruluşlara karşı saldırıya geçmekle suçlu­yordu. 31 Mart olayına karıştığı suçlamasıyla yargılanan Said Nursî, mahkemede verdiği ifadede devamlı “meşrutiyet, adalet ve Şeriattır” vurgusuna dikkat çekmiş, “meşru­tiyeti herkesten ziyade Şeriat namına alkışladım” demiştir. Hürriyetin “adab-ı Şeri­atle” sınırlandırılmasının gereğine inanan Said Nursî, seleflerinin C. Afgani, M. Ab­duh, A. Suavi, Hoca Tahsin, N. Kemal ve Yavuz Sultan Selim olduğunu belirtmiş, 31 Mart’ın aslında İttihad ve Terakki’nin tahakkümüne ve istibdadına karşı bir hare­ket olduğunu söylemiştir. Savunmasını şu sözlerle bitirmesi dikkat çekicidir: “Yaşa­sın meşrutiyet-i meşrua, sağ olsun hakikat-ı Şeraitin terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!” 11 Said Nursî mahkemede beraat ettikten sonra Van’a dönerek burada aşiretlere dersler vermeye başlamıştır. Buradaki çalışmaların ürünü olan so­rulu-cevaplı “Münazarat” adlı eserinde “daha çok Kürtlere meşrutiyeti benimset­mek ve siyasî iktidara karşı muhalefeti kırmak için” Jön Türklerle ve İttihatçılarla olan münasebetlerine de değinmiştir. Jön Türkleri “İslâmiyetin fedaileri” olarak tav­sif eden Said Nursî, ittihad ve terakkinin şiddetine muarız olduğunu bununla bera­ber Doğudaki faaliyetlerini tebrik ettiğini belirtmiştir. 12 Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce yeniden İstanbul’a giden Said Nursî, yeni padişah Sultan Reşad’a üniversite projesini açmış ve bir miktar tahsisat kopararak Van’a dönmüş, derhal üniversitenin temelini atmışsa da savaşın patlak vermesi üze­rine bu teşebbüsü akim kalmıştır. Savaş yıllarında Bitlis’in savunmasında görev alan Said Nursî Ruslara esir düşmüş ve ikibuçuk yıl esir kampında kalmış, nihayet 1917 yılında kamptan kaçarak ülkesine dönmüştür. 1919-1921 yılları arasında Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğinde bulunan Said Nursî’nin bu sırada bazı değişiklikler geçirdiği, vicdan muhasebesi yaptığı görülmek­tedir. Bunu takiben dâvet üzerine Ankara’ya giden Said Nursî, Büyük Millet Mecli­si’nin üniversite projesi için 150 bin lira ayırmasını sağlamıştır. Ocak 1923’te Mec­lis’te dağıttığı bir bildiri ile namaz hususundaki ilgisizliğe ve laiklik yönündeki geliş­melere dikkat çekerek mebusları uyarmıştır. Bu beyannamenin M. Kemal ile tartış­masına yol açtığı belirtilmektedir. M. Kemal “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yük­sek fikirler beyan edesin. Sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” demesi üzerine Said Nursî, “Paşa Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur...” 13 diye cevap vermiştir. Söz konusu beyannamede Said Nursî, Kuva-ı Milliye’nin başarılarını övmenin yanın­da namazın önemi üzerinde durmuş ve bazı mebusların bu konudaki ilgisizliğini eleş­tirerek onları namaza dâvet etmiştir. Aslında bu ciddi bir muhalefetten başka birşey değildir; yeni yönetimin yönelişi hakkında genel bir kanaata sahip olan Said Nursî bu beyanname ile bu yönelişe karşı durmuştur. Fakat M. Kemal’in otoritesine ve iktidarına karşı birşey yapamayacağını anlayınca kendi ifadesiyle “bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terkedip, yalnız imanı kurtarmak” 14 için Ankara’dan ayrılarak Van’a dönmeye karar ver­miştir. Haziran 1923 başlarında Van’a vardığında kendisi için yeni bir hayat, yeni bir dönem başlamış oluyordu. Kendi ifadesiyle bundan sonraki hayatı Said Nursî’nin 1923’e kadar olan dönemi ve mücadelesinde en belirgin özellik siyasî ve sosyal hayatın içinde aktif olarak yer alması ve genel olarak muhalefet kutbunda görün­mesidir. II. Abdülhamit yönetimine karşı mücadele veren Nursî, İttihat ve Terakki ile teşrik-i mesaide bulunmuş onların bazı icraatlarını tasvip etmekle beraber bir kıs­mına karşı çıkmıştır. Savaşa katılmış, esir düşmüş ve mücadele vermiştir. Savaştan sonra Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de görev almış Ankara yönetiminin dâveti üzerine buraya gitmiş, Meclis’in çalışmalarını izlemiş ve yeni yönelişe karşı çıkmıştır. Anka­ra’dan ayrılıp Van’a dönmesiyle yeni bir dönem başlatmıştır. Bundan sonra Said Nursî’yi siyasî ve sosyal hayatta aktif bir aktör olarak göremiyoruz. “Yeni Said”: Münzevi ve baskı altında bir hayat Pozitivizme ve materyalizme toptan muhalefet dönemi Said Nursî Ankara’dan Van’a dönünce şehir yakınlarındaki Erek dağına bir ma­ğaraya inzivaya çekilir ve Şeyh Said ayaklanmasından dolayı buradan alınıp Bur­dur’a sürgün edilmesine kadar burada kalır. Bundan sonra onun hayatı sürgünlerde, mahkemelerde ve mecburi ikametlerde geçer. 1934 yılına kadar Isparta’nın Barla kasabasında ikamete mecbur edilir. 1935’te Eskişehir’e götürülerek mahkûm edilir. 1936’da Kastamonu’ya götürülür ve yedi yıl burada gözetim altında bulundurulur. 1943 yılında ankara’ya götürülür; ardından Denizli’ye gönderilir ve burada yargıla­nır, öğrencileriyle beraber beraat eder. Bunu takiben Emirdağı’nda mecburi ika­mete tabi tutulur; 1948’de yeniden yargılanır ve 20 ay hapse mahkûm edilir. 1950’deki genel aftan yararlanarak serbest bırakılır. 1951’de Isparta’ya gider. 1952’de İstanbul’da yargılanır, beraat eder. Beraatin ardından Emirdağı’na döner. 1953 yılı başlarında yeniden İstanbul’a gider ve bir müddet burada kaldıktan sonra yeniden Emirdağı’na döner. Kısa bir zaman sonra Isparta’ya gider. 1957 seçimle­rinden sonra ülkenin muhtelif şehirlerini ziyaret eder. Her gittiği yerde büyük bir coşkuyla karşılanır. Nihayet Van’a gitmek üzere Urfa’ya uğradığında burada vefat eder. Bu yeni dönemde Said Nursî’nin tutum ve davranışlarını belirleyen çeşitli faktör­ler üzerinde durulabilir. Öncelikle onun iç dünyasında bir değişimin, bir farklı yöne­lişin meydana geldiği ve o, bakışlarını dış sosyal ve siyasî çevreye yöneltmekten çok iç dünyaya, deruni ve mânevî âleme yönelttiği söylenebilir. Ankara’dan Van’a dönüşünü ve inzivaya çekilişini “siyaseti terk ve dünyadan tecerrüd” 15 şeklinde ifade etmektedir. Bundan böyle bir kavramları sık sık kullanacağına ve kendisine her türlü haksız muameleyi ika edenleri de “ehl-i dünya” diye anlatacağına şahit olaca­ğız. “...Bütün kuvvetimle adalet-i tamme lehinde zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim” 16 derken yapılanları tasvip etmediğini anlatmak iste­mektedir. Artık siyaset ve sosyal hayatın içinde olmadığı ve devamlı kontrol altında tutul­duğuna göre onun bir muhalefeti söz konusu olabilir mi? Bize göre yönetimin onu devamlı mahkemelerde süründürmesi, beraat ettiği halde tarassut altında bulun­ması, mecburi ikamete tabi tutması onun muhalif kişiliğinden dolayı olup potansiyel olarak toplum üzerinde müessir olabileceği beklentisinden dolayıdır. Diğer yandan Said Nursî, bu dönemde fiilen siyaset ve sosyal hayatın içinde değilse de Risale-i Nur diye anılan binlerce sahife tutan eserlerini bu dönemde vermiş ve burada sa­vunduklarıyla muhalefet kutbunda yer almıştır. Bu sebeple bu dönemdeki muhalif tavır ve tutumunu onun yazdıklarında ve savunduklarında aramak gerekir. Said Nursî’nin en önemli faaliyetini oluşturan Risale-i Nur külliyatının yazıldığı dönem, dinin siyaset ve toplumsal yapı planında dışlanmaya, insanların kalplerine itilmeye ve genel olarak pozitivizmin giderek nüfuz kazanmaya başladığı Tek Parti dönemidir. Dine karşı resmî saldırı ve politikaların zirveye ulaştığı, her türlü muha­lefetin susturulduğu, son derece köklü reformların yürürlüğe konduğu totaliter bir rejimde aktif siyaset yapmanın imkânı olmadığının farkında olan Said Nursî, o dö­nemin şartlarının da bir sonucu olarak yönetici kadrosuna değil onların politikalarının felsefi temelini oluşturan pozitivist-materyalist görüşe muhalefetini yöneltmiştir. O bu dönemdeki politikalara karşı olduğunu Risalelerde dini savunmakla ve dine en yüce değeri vermekle yapmaya çalışmıştır. Bu tavrı ile de toplumun hissiyatına hem tercüman olmuş hem de bu hissiyatı yönlendirmiş, geliştirmiştir. Diğer taraftan meselâ, kılık kıyafetini değiştirmemesi, harf değişikliğine rağmen Arap harfleriyle yazması gibi davranışları da genelde bir muhalefeti ortaya koymuştur. Herkesçe malumdur ki, Tek Parti döneminde yapılanlar ve izlenen politikalar hiçbir zaman halk tarafından benimsenmemiş, kanun ve silâh zoruyla benimsetil­meye çalışılmıştır. Bu sebeple ona karşı doğrudan veya dolaylı muhalefet bayrağını yükseltenler, bir bakıma toplumsal muhalefetin sözcülüğünü yapmışlardır. Cumhuriyetin temel ideolojik alt yapısını oluşturan materyalizme ve pozitivizme şiddetle saldıran Said Nursî yönetim tarafından ta başından beri bir tehlike olarak görülmüş ve bu nedenle devamlı gözetim altında tutularak onun toplum üzerindeki etkisi azaltılmaya çalışılmıştır. Said Nursî, toplum için en büyük tehlike olarak gide­rek ivme kazanan ve yönetimin tutum ve politikalarıyla da desteklenen dinsizliği görmüş ve esas muhalefetini dinsizliğe yönetmiştir. Bu konuda geniş toplum kesim­leriyle aynı düşündüğü söylenebilir. Zira Tek Parti döneminin politikalarını halk ke­simleri de dinsizlik olarak algılıyor ve buna karşı çıkıyorlardı. Said Nursî’yi asıl rahat­sız eden gelişme, “cumhuriyetçi yönetimin, toplumsal örgütlenmenin ve düşünsel faaliyetin temel taşı olarak İslâmiyeti bir kenara bırakması ve ‘maddeciliğin saldırıla­rına’ geçit vermesi durumunda Türkiye toplumunun çözüleceği yolundaki korkusu” olmuştur. 17 Said Nursî, risalelerinde siyasî ve sosyal sorunlarla ilgilenmemiş ça­lışmalarını iman konusuna tahsis etmiştir. Kendi ifadesiyle “Risale-i Nur, hayat-ı iç­timaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkan-ı azimesinden bahseder. Hem ekseriyetle muhatabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesof­larıdır” 18 diyerek düşüncelerinin muhatabının yönetim veya yönetimdeki kadrolar değil onların asıl etkilendikleri kişiler olan Avrupalı filozoflar olduğunu açıklama ihti­yacı duymuştur. Bu yolla muarızını genelleştirmiştir. O her ne kadar Avrupa feylesoflarını muhatap aldığını söylese de yetkililer onun kendilerine ve politikalarına muhalif olduğunu biliyorlardı. Nitekim bu dönemde çeşitli mahkemelerde kendisine yöneltilen suçlamaların genel olarak dini siyasete alet etmek, laiklik aleyhinde bulunmak, tarikatçılık yapmak, rejime karşı olmak, ce­maatçilik yapmak, inkılaplara muhalif hareket etmek, komitacılık, izinsiz neşriyat yapmak gibi siyasi ve sosyal konularda yoğunlaştığını görmekteyiz. Yönetimin kendisine reva gördüğü muameleyi devamlı haksız bulan Said Nursî buna muhalefet etmiş “Haksız olarak, ücra bir köyde, tarassut altında, yabancı bir yerde, şiddetle dünyadan küstürülüp, nefiy ile ikamet ettirilip, mütemadiyen tarassut ile ta’ciz edi­len bir adamın kanunları bilmemesi; elbette ehl-i insafın nazarında bir özür teşkil eder” 19 diye kendini savunmuştur. “Dini siyasete alet etmek”le suçlayanlara karşı sert muhalefette bulunan Said Nursî, onları “siyaseti dinsizliğe alet etmek istemek”le itham ederek Avrupa feyle­soflarına, dinsizlere ve bilhassa siyaseti dine alet edenlere ve asayişi mânen ihlal edenlere karşı hakaik-ı kudsiye-i imaniyeyi müdafaa ettiğini söylemeye çalışmıştır. Savunmalarında Hükûmet-i cumhuriyeyi, “vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye” olarak gördüğünü belirtmiş­tir. 20 “Bu tavrıyla Said Nursî, yönetimi en zayıf noktadan yakalamıştır; zira Hü­kûmetin dinsizliği alenen savunması mümkün değildi. O sebeple dinsizliğe ve Av­rupa feylesoflarına karşı dini savunduğunu belirtmekle yönetimin hedefi olmaktan kurtulmak istemiştir. Yönetimin, imanı savunan ve dinsizliğe karşı çıkan birine bu tutumundan dolayı karşı olması kolay değildi. Said Nursî’nin yazdıklarında sadece iman konularına yer vermesi bir tesadüf değildir. Kendi ifadeleriyle “Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkan-ı azimesinden bahseder. Hem ekseriyetle muhatabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır.” 21 O günün şartla­rında daha soyut ve evrensensel bir konu olan ve çağın pozitivist-materyalist felse­fesiyle ciddi bir sarsıntı geçiren iman konusunda yoğunlaşması, bir yandan yöneti­min baskılarından kaçmaya yönelik bir tercih, diğer yandan ise bütün olumsuz poli­tika ve uygulamaların özünde mevcut olan temel imansızlık problemine yönelik ge­nel bir muhalefeti oluşturuyordu. Zaten o, savunmalarında ve Risalelerinde sık sık Avrupaya atıflar yapmakta, muhatabının Avrupa feylesofları olduğunu belirtmekte­dir. Avrupadan örnek vermesi, burayı taklide yönelen cumhuriyet ideolojisine yö­nelik bir tavır şeklinde algılanabilir. “Dünya’da, hangi şekilde olursa olsun, hiçbir hü­kûmet yoktur ki kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i mânevîyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm eylesin! Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki; hiçbir kanun, tarik-i dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez” 22 ifadelerinde Batının örnek veril­mesi, Batıya yönelen yönetime bir muhalifin makul cevabı olarak görülebilir. Yukarıdaki alıntılar ve genelde iman konularıyla ilgilenmesi çerçevesinde Said Nursî, siyasetle ilgilenmek suçlamalarına da muhtelif savunmalarında ve yazdıkla­rında cevaplar vermiş, siyasetle ilgilenmediğini kanıtlamaya çalışmıştır. “Kur’ân bizi siyasetten şiddetle menetmiş. Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatlarla, gayet kat’i, en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir” 23 cümlelerinde gö­rüldüğü gibi kendisinin esas gayesinin siyaset değil, iman konuları olduğu anlaşıl­maktadır. Ona yöneltilen suçlamalardan biri de Kürt milliyetçiliği hususudur. “Rabıta-i di­niye yerine, rabıta-i milliye ikame edilemez, edilse adalet edilmez, hakkaniyet gi­der” 24 diyen Said Nursî, 1935 yılında Eskişehir’de yaptığı savunmasında bu suç­lamaya da cevap vermiş ve “Ey Türkçülük dâvâ eden mülhid zalimler! Türk mille­tinin medar-ı iftiharı olabilecek bu kadar zatları gayet adi ve ehemmiyetsiz bahane­leriyle-sizin deyiminizle-benim gibi bir Kürd yüzünden perişan etmek, milliyetçilik midir? Türkçülük müdür? Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum” 25 diyerek son derece sert bir tavır takınmıştır. Bu sözlerin söylendiği yıllarda Türkçülüğün bütün resmî politikalara egemen bir temel ilke haline getirilmiş olduğu unutulmamalıdır. Onun yazdıklarına ve davranışlarına bakıldığında bir milli­yetçilik dâvâsından ne kadar uzak olduğu ve Türkçülüğün de yanında olmadığı gö­rülür. O resmî ideolojinin milliyetçilik faktörüne de muhalefet etmekteydi. Diğer taraftan laikliğe karşı olmak, pek çok rejim muhalifi gibi onun için de suç­lama konusu olmuştur. “Laik mânâsı, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düstu­riyle dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim” 26 diyerek laikliği Batıdaki uygulamasına yakın şekilde anladığını belirtmiştir. Eskişehir mahkemesindeki savunmasında söylediği şu özler, mevcut laiklik anlayışı ve uygulamasına bir muhalefeti dile getirmektedir: “Bu mü­barek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem; laik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerekir.” 27 Tek parti dönemindeki laiklik uygulamasının ve genelde din politikasının halktan son derece ciddi tepkiler aldığı, bu konuda büyük baskılar uygulandığı bilinmektedir. Said Nursî’nin halk tarafından benimsenmemiş ve onun değerlerine ters düşen politikalara muhalefet etmesi, bir toplum önderi noktasında bulunan kişi için son derece normal bir durumdur. Bu konuda da o, toplumsal muhalefeti temsil etmekte, haksızlığı, yanlış uygulamayı dile getirmektedir. Kendisini rejim aleyhtarı olmakla suçlayanlara karşı “Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle ka­bul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olamaz. Bu hukukî bir müteari­fedir. (...) Din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine ve yüzlerce Âyat-ı Kur’âni­yeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem bu hilâf-ı hakikat bir hareket sayılabilir mi? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükûmette suç sayılmaz, bi­lakis muhalefet meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur” 28 diye cevap vermiştir. Dikkat edilirse Said Nursî yönetimin politikalarına muhalif olduğunu giz­lememekte ve bu özelliğinin tabii bir hak olduğunu ileri sürmekte, asayiş ve kamu güvenliğini ihlal etmeyen bir düşünceden dolayı sorumlu tutulamayacağını belirt­mektedir. Burada da açıkça otoriter uygulamalarla susturulan bir toplumun sözcü­lüğünü ve temsilciliğini yaptığı gözlenmektedir. Çok partili dönemde Said Nursî: Siyasete temkinli yaklaşım İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünya sistemi, sadece devletlerin dış politika tercihlerini değil aynı zamanda iç siyasî yapılarını da etkilemiştir. Türkiye’nin bu yapı içinde Batı blokundan yana tercihini yapmış olması iç siyasî rejimini, Batı standartlarına göre gözden geçirme ihtiyacını ortaya çıkarmış bulunuyordu. Bu se­beple savaştan sonra otoriter tek partili rejimden çok partili rejime geçilmiş ve bu çerçevede bir dizi restorasyon yapılmıştır. Genelde liberalleşme olarak ifade edile­bilecek olan bu gelişme, 1950 yılındaki seçimler sonunda Demokrat Parti’nin seçimi kazanıp iktidara gelmesiyle Türkiye’nin siyasî hayatında yeni dönem başlamıştır. Bu tarihten sonraki siyasî ve sosyal gelişmelerle şartlar önceki dönemden oldukça önemli farklılıklar göstermiştir. 1950 sonrasındaki liberalleşme ve temel hak ve hürriyetlere özen gösteren bir yönetimin tesisi yönündeki gelişmeler Said Nursî’nin tavır ve davranışlarını da etki­lemiş ve onun muhalefet temsilcisi olarak da farklı bir dönemin başlangıcı olmuştur. Said Nursî bu dönemde de çeşitli mahkemelerde dolaştırılmış, mecburi ikamete tabi tutulmuş, haksız yere hapis cezalarına çarptırılmış ve zülme uğramışsa da devletin yönetici kadrosu ile kendisi arasında nisbî bir yakınlaşmanın geliştiği gözlenmektedir. Bu dönemde Said Nursî, siyasî gelişmelerle yakından ilgilenen, hükûmetin birtakım olumlu icraatları karşısında takdirlerini bildiren, hükûmet yetkililerine mektuplar ya­zan, bazı bakan ve milletvekilleriyle görüşen bir toplum önderi olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrat Parti hükûmetinin ilk icraatlarından biri olan ezanın aslına uygun okunmasını temin eden kararın alınmasından dolayı ilgilileri tebrik eden Said Nursî, toplumun hissiyatına tercüman olmuştur. 29 “Bir İslâm kahramanı” olarak tavsif ettiği devrin başbakanı A. Menderes’e yazdığı bir mektupta “uhuvvet-i İslâ­miyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini” güçlendirmeyi, masumları himaye etmeyi tav­siye etmiş, “memuriyet bir hizmetkârlıktır” diyerek onun “hakimiyet ve benlik” aracı haline getirilmesini eleştirmiş, o güne kadar uygulanan milliyetçiliğin, aslında ırkçılık olduğunu beyanla bu yanlıştan vazgeçilmesini ve İslâmiyet milliyetinin beni­menmesi gerektiğini tavsiye etmiştir. 30 Burada önemli olan husus, tek parti yö­netimi sırasında hiçbir sûrette hükûmet yetkililerine herhangi bir mektup vb. birşey yazmayan Said Nursî’nin çok partili rejim sırasında başbakana mektup yazar duruma gelmesidir. Bu durum olumlu siyasî katılmanın bir işareti olarak kabul edilmeli ve Said Nursî’deki tutum değişikliği şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sebeple onun daha ön­ceki toptan muhalif tavrı nisbeten yumuşamış bazı tasarrufların tasvibi şekline dö­nüşmüştür. Said Nursî’nin iktidar karşısındaki tutumunda bu dönemde gözlemlenen değişik­lik, genelde toplumun eğilimleriyle yakından ilgili gözükmektedir. Zira, Tek Parti döneminin politikalarına karşı yükselen toplumsal muhalefet, 1950’deki seçimde ik­tidara gelmiş ve yönetimi ele almış idi. Böylece iktidar-muhalefet arasında rol deği­şimi meydana gelmiş bulunuyordu. Said Nursî’nin temsil ettiği muhalefetin önemli bir kısmı iktidara gelmiş ve birtakım politikalarla olumlu icraatlar ortaya koymuştur. Meselâ, Risale-i Nur’un resmen yayınlanması için Isparta Milletvekili Dr. Tahsin Tola yoluyla Başbakan Adnan Menderes’e ulaşması ve başbakandan bu konuda müsbet vaat alması önemli bir gelişme olarak zikredilmelidir. Bu konuyla Diyanet İşleri Baş­kanlığı görevlendirilmişse de, Menderes’in arzusuna rağmen Risale-i Nur’un resmen yayınlanması mümkün olmamıştır. 31 Daha önce hiçbir siyaset ve devlet adamıyla görüşmeyen Said Nursî bu dö­nemde bazı siyasetçilerle görüşmüş, onlara çeşitli tavsiyelerde bulunmuş, re’sen ikaz ve irşad eden değerlendirmeler yapmıştır. 22 Şubat 1951 tarihinde öğrencile­rine yazdığı bir mektupta, Başbakan Adnan Menderes ve içişleri bakanının kendisine haber göndererek “Hiç merak etmesin ve me’yus olmasın” dediklerini 32 bildir­diğine göre Said Nursî ile hükûmet ricali arasında bir yakınlık ve ilişki söz konusu­dur. Nitekim 1958 yılında devrin Millî Eğitim Bakanı ile Başbakan Yardımcısı T. İle­ri’nin bir seyahatları sırasında Said Nursî ile görüştükleri bilinmektedir. 33 Said Nursî’nin bu dönemdeki tutum ve davranışları üç kategoride toplanabilir: Biri, Demokrat Parti yönetimini re’sen ikaz ve irşadları, ikincisi, yer yer yapılan yanlışları dile getirmeleri, üçüncüsü ise, Türkiye’de ve dünyada meydana gelen bir kısım olayları değerlendirmeleri ve bazı çıkış yolları tavsiye etmeleri. Meselâ Aya­sofya camiinin yeniden ibadete açılmasını istemesi, Risale-i Nur’un hükûmet eliyle yayınlanmasını talep etmesi, din ve iman konularında ciddi ve cesur adımlar atılma­sını tavsiye etmesi önemli gözükmektedir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi üze­rine C. Bayar’a ve hükûmete tebrik telgrafları göndermesi de onun, artık eskisi gibi hükûmetle ilişki kurmama, toptan muhalefet etme tavrını terkettiği anlamına gel­mektedir. 6 Eylül 1951 tarihinde yazdığı “Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar” başlıklı risalede “Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleği­miz bizi mecbur eyliyordu. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu, gördük ki: Demokratlar evvelki iki müthiş cereyana karşı bize, Nurculara yardımcı hükmünde olabilirler...” 34 diyerek siyasî konularla artık ilgilenmeyi bir mecburiyet olarak değerlendirmiştir. Temkinli bir biçimde siyasetle ilgilenmeye başlayan Said Nursî 1950 ve 1954 seçimlerinde aktif bir tavır almamışsa da taraftarlarının DP’ye destek vermelerine izin vermiştir. 1950’den sonraki tavrı ve davranışları DP’nin desteklenmesi gerektiği şeklinde anlaşılmıştır. 1957 seçimlerinde ise Said Nursî DP’yi tuttuğunu açıkça gös­termiştir. Talebeleri de önceki seçimlerden daha aktif şekilde seçimde rol oynamış­lardır. 35 Seçimlerden sonra çeşitli şehirleri ziyaret etmeye başlayan Said Nursî’nin toplumda geniş bir taraftar kitlesine sahip bulunduğu ve bunların rahatlıkla bazı ge­lişmeleri yönlendirebileceği iyice anlaşılmaktaydı. Demokrat Parti yönetimine karşı son derece ölçülü bir muhalefet yapan ve genelde yanında yer alarak onları yön­lendirmeye çalışan Said Nursî’nin gücünün giderek artması iktidar partisini tedirgin etmiş gözükmektedir. Şapka giymemesinden dolayı, emniyet görevlilerinin devamlı onu rahatsız etmeleri dikkat çekicidir. Diğer taraftan muhalif basın ve Cumhuriyet Halk Partisinin aleyhte propaganda ve tahrikleri de durmaksızın devam etmiştir. Halk Partisi’nin Said Nursî’nin Demokrat Partisi lehine gözüken tavır ve davranışla­rından rahatsız oldukları anlaşılmaktadır. 1960 yılı başında Ankara’ya yaptığı ziya­reti, CHP’nin muhalefeti yüzünden yarıda kesip şehirden ayrılmak zorunda kalmış­tır. 36 Ankara’dan sonra gittiği Konya’da karşılaştığı muamele, DP yönetiminin de kendisinden çekindiğini ve gezilerinden rahatsızlık duyduğunu ortaya koymuştur. Konya seyahati sonunda “Artık Adnan Menderes de benim gözümde teneke kıy­metine indi” 37 dediği belirtilmektedir ki, bu tavır bir hayal kırıklığını ve duyulan güvenin zedelendiğini göstermektedir. DP yönetiminin Said Nursî’nin yükselişinden tedirginlik duyduğu ve bunun için bazı tedbirler aldığı, onun 11 Ocak 1960 tari­hinde Ankara’yı son kez ziyaret etmek istemesi üzerine şehre girişinin yasaklanması yoluna gidilmiş olmasından da anlaşılmaktadır. Hükûmet, Said Nursî’nin yalnız Emir­dağ’da ikamet edeceğini duyurmuş ve polisler Ankara’ya girişine engel olmuşlardır. Demokrat Parti yönetimi döneminde Said Nursî’nin eskisi gibi toptan muhalefet yapmadığı, partili yöneticilere mektuplar yazdığı, onların müsbet icraatlarını destek­lediği, seçimlerde taraftarların DP’ye oy vermelerine izin verdiği, 1957 seçimle­rinde açıkça bu partiyi desteklediği ve CHP’ne karşı çıktığı, bu seçimlerden sonra giderek artan gücünden yönetimin rahatsızlık duyduğu ve onu kontrole yöneldiği, buna rağmen eskisi gibi muhalefet etmediği söylenebilir. Said Nursî 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da misafir bulunduğu otel odasında ve­fat ettiğinde, halk, toplumsal muhalefetin güçlü sesi ve temsilcisini kaybetmiş bulu­nuyordu. Onun renkli ve mücadelelerle dolu hayatını şekillendiren en önemli unsu­run, siyaset ve yönetim planındaki değişiklikler olduğu söylenebilir. Haksızlığa, imansızlığa, dinsizliğe ve küfre karşı mücadelede hayatını adayan Said Nursî, bugün dahi genel planda pozitivizme, materyalizme ve dinsizliğe karşı muhalefette önemli bir isim olarak düşünce dünyamızda etkisini sürdürmektedir. ____________________ 1 Doç. Dr. DAVUT DURSUN 1953’te Artvin/Borçka’da doğdu. 1972’de Artvin Erkek İlköğretim Okulunu, 1977’de Rize Lisesini (dışarıdan) bitirdi. 1977 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulunun (bugünkü İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi) Halkla İlişki­ler Bölümünden Haziran-1981’de okul birincisi olarak mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyasî İlimler Enstitüsü’nde yüksek lisans öğrenimine başladı. Buradan yüksek lisans mezunu olduktan sonra aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünün Uluslararası İlişki­ler Bölümü “Siyasî Tarih” Anabilim dalında başladığı doktora öğrenimini tamamlayarak Osmanlı Siyasî-İdarî Sistemi ve Din Örgütü başlıklı tezle Haziran-1987’de Doktor ünvanını aldı. Doktora sonrasında çalışmalarını siyasî tarih, siyaset-din ilişkileri sosyolojisi ile Ortadoğu konularında yoğunlaştırdı. Ekim-1992’de Din Sosyolojisi Anabilim dalında Üniversite Doçenti ünvan ve yetkisi kazandı. Şu anda çalışmalarını daha çok Türkiye ve Ortadoğuda siyaset ve din ile İslâm dünyasının modern dönemdeki siyasî tarihi konularında yoğunlaştırmıştır. 1994 Temmuz’undan bu yana Sakarya Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde “Öğretim Üyesi” olarak çalışmakta olan Davut Dursun, yurdun çeşitli yerlerinde öğretmenlik, idarecilik, Uludağ Üniversitesinde araştırma görevliliği, ansiklopedi ya­yımlayan kuruluşlarda müellif, redaktör ve yayın kurulu üyeliği yaptı. Sosyal Bilimler Ansiklope­disi (İstanbul 1990-1991) ve TDV İslâm Ansiklopedisinde (İstanbul-1988), siyasî tarih, siyaset, yönetim, İslâm dünyası, uluslararası kuruluşlar, çağdaş liderler ve ülkelerle ilgili maddeleri kaleme aldı. Yayımlanmış telif ve tercüme kitapları ve makaleleri mevcuttur. Sakarya Üniversitesinde lisans ve yükseklisans seviyesinde Siyasal Gelişme, Sosyolojiye Giriş, Uluslararası İlişkiler, Kamu Yönetim; Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslâm Ülkelerle Enstitüsünde İslam Dünyasının Siyasî Tarihi, İslâm Dünyasında Uluslararası Kuruluşlar; Uludağ Üniversitesinde de Osmanlı Siyasî ve İdarî Sistemi adlı dersler verdi. 2 Bk. Badıllı, 1990, 1, 57-65; B. Said Nursî, 1993, 30 vd. 3 Badıllı, 1990, s. 87-90; B. Said Nursî, 1993, s. 40-42; Mardin, 1994, s. 119-123. 4 B. Said Nursî, 1993, s. 43. 5 Mardin, 1994, s. 122-128; B. Said Nursî, 199, s. 40-51. 6 Bk. BSN, 1993, 55-57. 7 Badıllı, 1993, I, 167. 8 Bk. Mardin, 1994, s. 135-136. 9 Mardin, 1994, 138 10 BSN, 1993, 54. 11 BSN, 1993, 78. 12 Kara, 1994, s. 68-69. 13 Badıllı, 1990, I, 439. 14 Şualar, s. 333’ten Badıllı, 1990, I.456. 15 BSN, 1993, s. 177. 16 BSN, 1993, s. 184. 17 Mardin, 1994, s. 61. 18 BSN, 1993, s. 231. 19 BSN, 1993, s. 244. 20 BSN, 1993, s. 251. 21 BSN, 1993, s. 231. 22 BSN, 1993, s. 223-224. 23 BSN, 1993, s. 557. 24 Mektubat, s. 57. 25 BSN, 1993, s. 230. 26 BSN, 1993, s. 409. 27 BSN, 1993, s. 219. 28 Işık, 1991, s. 224-225. 29 BSN, 1993, s. 616. 30 BSN, 1993, s. 618-622. 31 Badıllı, 1990, III, 1488 vd. 32 Badıllı, 1990, III, 1504 33 Badıllı, 1990, III, 1508. 34 Badıllı, 1990, III, 1515. 35 Badıllı, 1990, III, 1572-1577. 36 Badıllı, 1990, III, 1613 vd. 37 Badıllı, 1990, III, 1626. 3. ULUSLARARASI BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ SEMPOZYUMU İslâm Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden Yapılanması ve Bediüzzaman Said Nursî 24-26 Eylül, 1995, Istanbul