16 Nisan 2009 Perşembe

Bediüzzaman ve İbni Teymiyyede Islah Çalışmaları

19.YÜZYILDA İSLAM TOPLUMU VE SEFALET Bediüzzaman, Osmanlı fikir hayatında sesini duyurduğu zaman, İslâm ülkelerin¬den bugün bağımsız olan Mısır, Pakistan, Malezya, Bangladeş, Afganistan, Somali, Sudan, Brunei, Moldivler Cumhuriyeti, Nijerya İngilizlerin; Cezayir, Cibuti, Çad, Fas, Gabon, Gine, Komoro Adaları, Mali, Moritanya, Nijer ve Tunus Fransızlar’ın; Endonezya İngiliz ve Hollandalıların, Yukarı Volta İngiliz ve Fransızların, 1912’den sonra ise Libya İtalyan işgali altındadır. Bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin hemen hepsi küçük hanlıklar halinde iken Ruslar tarafından işgal ve ilhak edilmiş, uzak do¬ğudaki Müslüman Türk hanlıklarını da Çin yutmuştur. Çizdiğimiz panoramadan çıkan sonuç şu ki, Osmanlı hakimiyeti altında olan top¬rakların dışında, İran istisna edilirse, bütün İslâm alemi küfrün esareti altındadır. Şeyhülislâm İbn-i Teymiye ve sadık talebesi İbn-i Kayyum el-Cevzi hakkında Risale-i Nurun görüşü nedir? Muhyiddin-i Arabî hakkındaki kanaati nedir? Emirdağ’da ikamet ettiği yıllarda bir talebesine gönderdiği bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri, İbn-i Teymiye ve İbni Kayyum el-Cevzi’nin kendileri ve eserleri hakkında, “Meşhur dehşetli dâhi”; “pek acip ve câzibedar eserler” diye söz eder ve şöyle der: “Meşhur dehşetli dahilerden İbni Teymiye ve İbni Kayyum el-Cevzi’nin pek acip ve câzibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle...” 9 Muhyiddin-i Arabi’ye gelince, iki ayrı risaleden iki paragraf alıyoruz. Birisi kendisi hakkında, diğeri de mesleği hakkındaki hükmü açıklıyor. “Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki: Muhyiddin, kendisi hâdi ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i ehl-i sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları, zahiri dalâlet ifade ediyor; fakat kendisi dalaletten müberrâdır. Bazan kelâm küfür görünür, fakat sahibi kâfir olamaz.” Devamında ise kitapları hakkında şu hususa dikkat çekiyor: “Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dâir mes’elelerini okumak, zararlıdır.” 10 Bu ihtilaf ve tenakuzlara karşı Bediüzzaman’ın tutumu, İmâm-ı Gazâlî’nin kendi zamanında yaygın olan ihtilaf ve tenakuzlara karşı tutumu gibidir. İmam-ı Gazâlî, fikirleri ve ilmî mevkii itibariyle müstakil bir şahsiyetti. Görüşleri kendinden öncekilerinkinden, hattâ mensup olduğu mezhebe bağlı olan âlimlerinkinden bile farklıydı. İmam-ı Gazâlî, bazı kelâm meselelerinde, Eş’arî’den farklı görüşe sahip olduğu gibi; mensubu bulunduğu Şâfiî Mezhebinin imamı Şâfiî’den de bazı fıkhî meselelerde farklı düşünmüştür. Meselâ, İhyâu Ulûmuddin’de su bahsinde şöyle der: “Candan arzu ederdim ki, İmam Şâfiî’nin mezhebi de İmâm-ı Mâlik’in, ‘su, ne kadar az olursa olsun, üç vasfından biri değişmedikçe pislenmez’ dediği gibi olsaydı.” Ve sonra İmâm-ı Mâlik’i yedi delil ile te’yid eder... 11 Bediüzzaman ve çağdaş mütefekkirler Bediüzzaman Said Nursi, siyasete günlük mânâsıyla ehemmiyet vermez. Onun siyasete karşı ilgisi, İslâm âleminin dertleriyle azap çeken bir Müslümanın ilgisidir. Bu asırda bilinen mânâsıyla siyaset, konuştuğu şeyin tersini yapmaktır. İslâmiyetteki siyaset ise, dinî inançlara ve bu inançların sağladığı ahlâkî değerlere bağlı kalmaktır. Bediüzzaman Said Nursi’nin bu inancı ve bunun çağrıştırdığı ahlâkî değerleri yaşatmak gayretindedir. Mesele Resulullahın (a.s.m.) şu hadisi etrafında dönmektedir: “Kim Müslümanların işlerine ihtimam göstermezse, onlardan değildir.” Bu hadis her Müslüman kadın ve erkeğe hakkı açıkça söylemeyi, yeryüzünde Allah’ın adını yüceltme konusunda gayret göstermeyi, meşru vesileleri kullanarak İslâma hizmeti şart kılıyor. Bediüzzaman bu hususta Cemâleddin Afgânî gibi hakkı apaçık söylemiştir. Zâlimlerin yüzlerine karşı “Millete yaptığınız zulme son verin” diye haykırmıştır. Bununla beraber Bediüzzaman’ın üslûbu siyasi değil, fikir ve eğitim ağırlıklıdır. Bu yönüyle Şeyh Muhammed Abduh’a benzemektedir. Muhammed Abduh’un bu konuda meşhur bir sözü vardır: “Geçmişte, şimdide ve her zaman, siyasetten kaynaklanan her şeye ve siyasete Allah lânet etsin...” Şeyh Muhammed Abduh’un nazarında, îmanın muhafazası ve takviyesi için en önemli vesile, Kur’ân-ı Kerîm tefsiridir... Abduh, âyeti okur, şayet âyet îmana dair ise, başka âyetlerden de istifade ederek kâfi derecede izah ederdi. Şayet ahlâka ait bir âyet ise, bu âyette geçen ahlâkî düsturların, milletin ıslâhındaki tesirini ve aydınlatcı yönlerini beyan ederdi. Şayet âyet-i kerime sosyal hayatın esaslarından bahsediyorsa, milletin hayatında bu esasların önemini nazara olarak açıklardı. 13 Muhammed Abduh, Tefsîrü’l-Menâr’ında bu üslûbu tercih etmiş. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân’da bu üslûbu tercih etmiş. Ezher şeyhlerinde Mahmud Şeltut bu üslûbu tercih etmiş. Daha sonra da İslâm dünyasında birçok âlim bu üslûbu tercih etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur tefsirinde tercih ettiği üslûba gelince; Üstad, risaleleri tarif ederken şöyle eder: “Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.” 14 “Risale-i Nurlar, çeşitli ilim ve fen kaynaklarından istifade edilerek yazılan diğer eserler gibi değildir. Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’dan başka hiçbir kitaba müracaat etmeden ve te’lifat zamanında yanında hiçbir kitab bulunmadan Nur Risalelerini te’lif etmiştir.” 15 “Sual: Risale-i Nurlar bildiğimiz diğer tefsirlere benzemiyor, nasıl onlara Kur’ân-ı Kerim tefsiri nedir? “Cevap: Tefsir iki kısımdır: Biri, âyetin ibaresini ve lâfzını tefsir eder; biri de, âyetin mâna ve hakikatlarını izah ile isbat eder. Risale-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı ve en parlağı ve en mükemmeli olduğu, ehl-i tahkik ve tetkikten binlercesinin şehadetiyle ve tasdikiyle sabittir.”16 * * * Bediüzzaman Said Nursi, Muhammed ikbâl ile aynı zamanlarda dünyaya gelmişti. Her ikisi de 19. asrın yetmişli yıllarında doğdular. Fakat Bediüzzaman, Muhammed ikbâl’den daha fazla yaşamıştır. Bu iki değerli âlim, Batı medeniyetine karşı aynı tutumu izlediler. Her ikisi de Batının adlatıcı, parlak görünüşüne itibar etmediler. Batı medeniyetinin ruhuna nüfuz ederek içyüzünü ortaya çıkardılar. İlmin ve terakkinin aslâ karşısında olmadılar. Her ikisi de zulümden kurtuluş çarelerini aradılar. Bütün bunlar, zaten bizim inancımızın bir parçasıdır. Çünkü İslâm dini, ilim öğrenmeyi farz kılan tek dindir. Bediüzzaman’ın, Kur’ân’la barışmayan Avrupanın ikinci yüzü olan Batı medeniyetine bakışı şöyledir: “Küfür ve küfranı dağıtıp neşreden onun bedbaht ruhudur! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi? Âyâ görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeâmetinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtâa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azap çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir azap çektiriyorsun.”16 Alex Carrel’de İnsan Denen Mechul kitabında aynı meâlde şeyleri söylememiş midir? Tomby’nin bu medeniyetin yorumunu yaparken ikazda bulunduğu şey, aynı şey değil midir? Evet, eskiden birçok medeniyetin çökmesi gibi, bu medeniyetin de çöküşünün yaklaştığını haber veren son zamanlarda birçok kitap ve araştırmanın yayınlandığını görmekteyiz. Muhammed İkbâl’in haber verdiği gibi, ruhu susuzluktan ölmeye yüz tutmuş Avrupa, içinde medeniyet görünen aldatıcı serapta intihar ediyor. Bugün değilse de, yarın mutlaka edecektir. Zira, temel taşları kaymış olan bu medeniyetin en ufak bir sadmeye dahi tahammülü kalmamıştır. Bu hüküm kapitalizm için geçerli olduğu kadar, komünizm için de geçerlidir. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insan gerçeğine zıddır. 17 Verilen haberin yarısı komünizmin çöküşüyle gerçekleşti. Diğer yarısının tamamlanması ise uzak değildir. Evet, biz sıradan bir adamın karşısında değiliz. Abbas el-Akkad’ın Hz. Ömer (r.a.) hakkında dediği gibi, “Fevkalâde üstün meziyetlere sahip, kusursuz bir insan, hâlifelik konusunda mümtaz bir şahsiyet. Böyle şahsiyetler bir zaman dilimi içinde ancak bir kaç tane bulunabilir.” “Evet, o hiç şüphesiz güçlü bir insandır. Zîra her büyük insan güçlüdür. Böyle insanları gerçek yönleriyle tanımak kolay değildir. Çünkü o insan tarihte emsâli az görülen bir şahsiyettir. Bazan olur ki, ahlâk ve karakterlerinin incelikleri bakımından böyle büyük şahsiyetler tarihte tek başlarına bir tarz, bir ekol hükmünde yerlerini alırlar.” Bediüzzaman’ın efkârının programı ve davasının esasları: Bediüzzaman, 1909’da Dini Ceride adlı bir gazetede “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” adlı makalesinde fikriyatını “dokuz” madde halinde özetler. Bu makalenin alt başlığı, onun şuurlu şekilde belli maksatları mücadele programına aldığını göstermesi bakımından zikre değer: “Bediüzzaman’ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkarının Programıdır.” Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz: Birinci madde: İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak. İkinci madde: İslâm maarifini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek: Bu üç merkez medrese, mektep ve tekkedir. Üçüncü madde: İlmî çevrelerde ilmî hürriyeti tesis etmek. Dördüncü madde: Medreselerde ihtisas şubeleri te’sis etmek. Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vaiz ve hatiplerin yetişmesini de ele almak. Altıncı madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak. Burada asıl mevzumuzu teşkil eden üç düşman mevzubahis edilir. Yedinci madde: Hilafet makamının ıslâhı meselesi. Sekizinci madde: Osmanlı Devletinin beylikler devrine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında ittihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi. Dokuzuncu madde: Millî birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayi olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.3 Hemen kaydedelim ki, 1907’de İstanbul’a gelmiş olan Bediüzzaman’ın bu fikirleri çok önceleri geliştirdiği, İstanbul’a gelmezden önce bunlardan bir kısmının tahakkuku için yıllar önce, aşiretler nezinde çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Hattâ İstanbul’a da fikirlerinin tahakkuku maksadıyla gelmiştir.4 Bediüzzaman dokuz maddede hülasa ettiği bu temel fikirleri, “hem bir meslek takip ettiğini göstermek”5, hem “hakikat olduğu için” hem de hak olan bir davanın iyice yerleşmesi için onun esaslarına “mükerreren irca-ı nazar lâzım olduğu” için bütün kitaplarında ve yayınlarında tekrar tekrar ele alır.6 İLME DAİRGÖRÜŞLERİ: “Hem de düşmanlarımız onlar (ecnebiler) değil. Asıl bizi bu kadar düşürüp İ’la’yı Kelimetullaha mani olan cehalet ve neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû-i ahlâk ve harekattır. Ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımızın (gayesi) bu üç insafsız düşmana hücumdur.”11 Her kötülüğümüzün dip temelinde cehaleti gören Bediüzzaman, kurtuluşu da ilimde bulur. Der ki: “Ben Vilâyet-i Şarkiyyede aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak.”12 Cehalet meselesinin halli: Bütün ahlâksızlıkların, gerilikler ve harici düşmanlara karşı mağlubiyetlerin asıl sebebi gördüğü cehaletin izalesini, medreselerin yaygınlaştırılmasında görmüştür. Ancak o, devrindeki medreselerden hem kemiyet (sayı) hem de keyfiyet yönüyle memnun değildir. Evet, medreseler sayıca artırılmalıdır. Fakat bundan önce ıslâh edilmeli, medreselerde inkılâb yapılmalıdır. Ona göre medreseler, taşıdıkları üç eksiklik sebebiyle asrın ihtiyacına uygun adam yetiştirememektedirler.15 Üstad ile kendisine hayranlık gösteren bu tür şahsiyetler arasındaki bu alakalar siyasetin hakim olduğu bir ortam ve atmosferde doğmuştur. Özellikle İttihad ve Terakki’nin faaliyetlerinin büyük bir heyecanla yürütüldüğü, hasta olan Hilafet-i İs¬lâmiye aleyhinde hile ve tuzakların kol gezdiği o dönemde, birbirinden farklı ve hatta zıt da olsa bütün hareketlerin arkasındaki faktör, siyasî etkenlerdi. Bediüzza¬man da sözkonusu mücadelenin tam ortasında yaşıyordu. Bu sebeple İslâma yö¬neltilen planlara karşı onu korumaya gayret ederken aynı etkenlerden yararlanması ve hedeflerini, belirttiğimiz sebeplerden dolayı kendisini içinde bulduğu ve âdeta kuşatıldığı aynı atmosferde gerçekleştirmesi gerekiyordu. Onu İttihad ve Terakki grubuyla, bu grubun kullandığı aynı taktik ve silahla mü¬cadeleye ve onları yıkıcı hedeflerine ulaşmaktan alıkoymaya sevkeden buydu. Üs¬tad merhum, İttihadçıların kullandıkları aynı sloganları kullanıyordu. Bunlar da hürri¬yet, kardeşlik ve eşitlikti. Fakat o, sözkonusu sloganları İslâm şeriatı ve inancına bağlama noktasına ısrarla dikkat çekti. Sonra şiddetle bu noktaya parmak bastığı ateşin hitabelerde bulundu ve makaleler neşretmeye başladı. O, bu siyasî tutumunu şöyle ilan ediyordu: “İslâmiyetin tarif ettiği hürriyete iltica etmezsek, istibdat ve istibâda maruz ka¬lırız ve insanları hürriyet adına fitnenin kucağına atar, çok yakında bu hürriyete kurban oluruz.” Bu siyasî yöntem, insanları İttihadçıların kafasındaki tehlikelere karşı uyarmak için en uygun yoldu. Bu şekilde İttihadçılar da, hiçbir bahaneyle onu muaheze edemiyordı. Çünkü kendilerinin kullandığı sloganların aynısını dile getiriyordu.

Hiç yorum yok: