18 Nisan 2007 Çarşamba

İSLAMCILIK DOSYASI

MEHMET AKİF ERSOY’UN FİKİR DÜNYASINI OLUŞTURAN

TARİHSEL ARKA PLAN

Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

Tarihte önemli roller oynamış şahsiyetlerin sonraki dönemlerde hatırlanışları tuhaf bir kaderi izler. Onların fikirleri, yapıp ettikleri, kendilerinden bahsedilen dönemin genel iklimi içinde değerlendirilir ve adeta yeni bir okumaya tabi tutulurlar. Elbette şunu biliyoruz: Tarihteki süreklilik, içinde değişimin, farklılaşmanın yer aldığı bir sürekliliktir. Süreklilik denildiğinde, temel bir karakteristiğin mevzii değişimlerin ötesinde varlığını sürdürmesi anlaşılır. Ancak yine de bazen bu değişmeler dahi ıskalanır ve adeta tarihilikten yoksun, bugünün yansıtılmasına dayalı, hayali tarafları baskın bir geçmiş anlatısı ortaya konur. Böyle yapılmasının nedeni, “tarihi olanı” tespitten çok, güncel olanı tarihin desteğiyle daha etkili bir hale getirmek, geçmişten bugüne şahit çağırmaktır.

Tarihe bu yöndeki yaklaşımları bir yere kadar mazur kılan, tarihe yönelik her ilginin kaçınılmaz bir biçimde güncelle olan hayati bağıdır. Ne tarih üzerine çalışanlar ne de onların takipçileri günceli bütünüyle yok sayarak pür bir tarihi hakikatin peşine düşerler. Esasen bir “tarihi hakikat”ten bahsetmenin güçlüğü de ortadadır. Yarın tarih olacak günümüz için nasıl kapsayıcı bir hakikat anlatısı oluşturamazsak, aynı şekilde tarih için de bir hakikat ortaya koyamayız. Yapabileceğimizin en iyisi, içinde daha fazla hakikat barındırdığına inandığımız bir senaryoyu kamuoyuna sunmak olabilir. Ancak güncelle tarihin bu zorunlu ilişkisinin ötesinde, bir kasıt çerçevesinde okunması ayrı bir bahis teşkil eder.

Tarih hakkındaki bu kısa giriş, yakın tarihimizin önemli simalarından Mehmet Akif Ersoy’un hayatı ve fikirleri değerlendirilirken karşımıza çıkması muhtemel yanılsamalara dikkat çekmek içindir. Çünkü Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde yaşamış, fikri dönüşümlere yazıları, konuşmaları, vaazları ve en önemlisi elbette şiirleriyle damgasını vurmuş, nihayet İstiklal Marşımızı kaleme almış son derece önemli bir kişiliktir. Bu özellikleri dolayısıyla onun etkisi sadece dönemiyle sınırlı kalmamış, sonraki tarihlerde de fikirlerine, heyecanlarına katılan, bunları kendi zamanlarının ruhu içinde yeniden gündeme taşıyan çok geniş toplumsal kesimler varolmuştur. Onun, İstiklal Marşı’nın şairi olması kadar, yüksek ahlakı, etkileyici kişiliği, toplumsal sorunları yürekten anlatışı, her zaman toplumun ortak bir değeri olmasını sağlamış olmakla birlikte, bazı toplumsal ve politik çevreler onun fikirlerini –diğerlerinden farklı olarak- kendi kimliklerinin temel bir karakteristiği olarak takdim etmişlerdir. Öte yandan, bugüne ait siyasal mücadelenin inşa ettiği geçmiş anlatısı içine olumsuz bir figür olarak M. Akif Ersoy’u yerleştirenler de vardır.

Toplumdaki M. Akif Ersoy’a ilişkin farklılıklar taşıyan bu ilgiler demeti, onun fikirlerini anlama, yeniden yorumlamada da değişiklikler doğurur. Ona yönelik kimi eleştirileri ortaya koyanlar kadar, Ersoy’u bütünüyle benimsediklerini düşünenler dahi onun fikirleriyle kendi fantezilerini bir ölçüde karıştırırlar. Örnek vermek gerekirse; Akif Ersoy’a gönülden bağlı olduğunu düşünenler arasında II. Abdülhamit’e yönelik güçlü bir eleştiriye ya da onun yönetiminin bir istibdat olduğuna dair tanımlamaya pek rastlanmaz. Oysa Ersoy Abdühlhamit’in yönetimini istibdat olarak görür ve onu, bir şiirinde de takip edilebileceği gibi şiddetle eleştirir.

“Yıkıldın gittin amma ey mülevver devri istibdad

Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad.” (İstibdad, s. 85)

Bir başka husus, Ersoy’daki güçlü İslami vurgu dolayısıyla onun modernliğe de muhalefet eden, bağnazlığa yakın duran birisi olduğu doğrultusundaki yanlış kanaattir. Siyasetin görselliğe dayalı kaba parametrelere ilişkin ayrımlarından hareket edildiğinde, her yerde rastlanan o sakallı fotoğrafı dahi, bu istikametteki kategoriler içinde onu klişeleşmiş “gerici” tiplemesi içine koyabilir. Bu da başka tür bir yanılsamadır. Kaba şablonlar dolayısıyla Safahatın kapağını kaldırmayı lüzumsuz bulanlar, onun medeniyete, gelişmeye yönelik tutkulu anlatımını, taassuba, dar görüşlülüğe, yobazlığa dair eleştirilerini görme imkanından da mahrumdurlar. Onlar için Mehmet Akif Ersoy, okumadıkları ancak bildiklerini varsaydıkları Safahatın, hayat hikayesini öğrenmedikleri ama bir fotoğraf üzerinden ya da şifahi rivayetlerle düşledikleri, onun hakikati yerine kendi fantezilerini koydukları bir kişiliktir.

Bu türden değerlendirmelere bir örnek olması için Mehmet Akif Ersoy’un Makalelerinden bir alıntı yerinde olacaktır.

“İki kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlana’nın en gamız, en mücerred mesaili mahsusat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım dedi ki: Hazreti Mevlana Hind felsefsinin nakilidir.

-Mesneviyi okudunuz mu?

-Hayır.

-Hind felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?

-Hayır.

-O halde böyle bir iddiaya ne cür’etle kıyam ediyorsunuz?

-Öyle işittim.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 118)

“Öyle işitmek”; herhalde kritik sözlerden birisi bu. Siyasal mücadeleler sadece yazı üzerinden sürdürülmez; kitapların, dergilerin, filmlerin, şarkıların ötesinde bunlara eşlik eden son derece geniş bir şifahi alan siyasal mücadelelerde etkili bir işlev yerine getirir. Yazı, metin, son tahlilde söylediği her zaman ortada olan, şeffaf bir niteliğe sahiptir ve eleştirelliğe açıktır. O yüzden “yazılı alan” kendini, mukabil değerlendirmeleri belli ölçüde dikkate alan bir rasyonellik üzerinden kurmak durumundadır. Buna karşılık sözlü alan, siyasal mücadelelerin çok hoşnut kaldığı, kolektif kimlik fantezilerinin arzu edildiği gibi oluşturulmasına cevaz veren bir keyfilik içinde oluşur; özü itibariyle, rakiplerin eleştirelliğinden uzakta, yahut onların hücumlarını karşılayacak olağanüstü esnekliğe sahip bir niteliktedir. O yüzden tarihe ait değerlendirmeler, oradaki önemli figürlere ilişkin yorumlar bu keyfilikten hayli nasibini alır. Mehmet Akif Ersoy’un güncel siyasi mücadelelerin özellikle sözlü alanında böyle bir “anlaşılamama” kaderi yaşadığı söylenebilir.

Hayatı

Ersoy, 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. Ve II. Meşrutiyetin ilanı, İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı, modernleşme yolunda atılan adımlar gibi bir çok önemli gelişmeye şahitlik etmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanırken Mehmet Akif Ersoy 45 yaşındadır. Bir şair, yazar ve düşünürün adım adım gerileyen bir imparatorluğun acılı coğrafyasında kendi kariyerini inşa etmesi trajik bir olaydır. Çünkü her bir fert nihai noktada kendi kaderine odaklanarak kimi teselli unsurları bulabilir; ancak şairler ve yazarlar temsil ettiklerini düşündükleri bir kolektif irade adına davranırlar, onun adına yaşarlar, soluk alırlar ve onların endişeleri de ümitleri de, tesellileri de kolektif plandaki gelişmelere bağlı olarak kalır. Nitekim Ersoy’un tüm yazılarında ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün vardır. Şiirlerindeki kahramanlığın, kurtarıcılığın, ümidin dile geldiği satırlar dahi, tam da bunları ortaya çıkartan gerekçeleri de yankılayarak varolurlar.

M. Akif Ersoy, temeli Tanzimat öncesine de giden, ancak daha kapsamlı bir proje olarak Tanzimat’la başlayan modernleşme girişimlerinin genel atmosferi içinde doğmuştur. Annesi Emine Şerif Hanım, babası Mehmet Tahir Efendi’dir. İlk eğitimine Fatih civarındaki Emir Buhari mahalle mektebinde başlar. Dört yaşındadır. İki sene burada okur, sonra Maarif Nezareti’ne bağlı ilk okula gelir. Üç yıl bu okula devam eder, bu arada babasından Arapça öğrenir. Bundan sonra Fatih Merkez Rüştiyesine gider. Buradaki eğitiminde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya ilgi gösterir. Rüştiyeyi bitirince Mülkiyeye gitmek ister, ilk kısmı olan üç yıllık idadiyi bitirir, iki yıllık ali kısmına geçtiğinde babası vefat eder, bir yangında evleri yanar, tam da bu sırada açılmış olan “Mülkiye Baytar Mektebi” hakkında “Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verilecekmiş” şayiaları üzerine, Baytar mektebine geçer ve dört yıl içinde burayı birincilikle bitirir. 1893’ten 1913’e kadar memuriyette bulunur.

Her zaman yazı ve şiirle iç içe yaşayan Akif’in kamuoyunun önüne çıkması II: Meşrutiyetin ilanıyla birliktedir. Şiirlerini, makalelerini Sıratı Mustakim’de* yayınlamaya başlar.

Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun dağılması, Mondros’tan sonra ise Anadolu’nun işgal edilmeye başlanması her yerde ayaklanmalar doğurmuştur. Akif de Şubat 1920 tarihi itibariyle Balıkesir’de hutbeler vererek halkı bağımsızlığı için savaşmaya çağırır. Daha sonra İnebolu üzerinden Ankara’ya gelen Ersoy, Konya ve Kastamonu’da halkı aydınlatma faaliyetlerinde bulunur.

Her milletin bir İstiklal Marşı olduğu, Türk milletinin de bir İstiklal Marşının bulunması gerektiği fikri üzerine TBMM tarafından marş için yarışma açılmış, ancak başvuran yedi yüzün üzerindeki eser arasından uygun birisi bulunamamıştır. Dostları ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Tanrıöver, İstiklal marşının Akif tarafından yazılmasını istemektedirler. Ancak Akif, sürecin yarışma biçiminde düzenlenmesi sebebiyle katılmayı düşünmemekte, nihayet beş yüz liralık para mükafatını da böylesi onurlu bir iş için uygun bulmamaktadır. Neticede, (Hasan Basri Çantay’ın da özel çabasıyla) ikna edilir, mükafatın başka bir yere bağışlanabileceği bildirilir; bu gelişmelerden sonra Akif Marşı kaleme alır. 12 Mart günü TBMM’de Tanrıöver tarafından okunan şiiri bütün milletvekilleri ayakta dinlerler; her kıta, hatta bazen her mısra arkasından heyecanla alkışlarlar, nihayet İstiklal Marşı olarak kabul ederler. Akif Ersoy, millete adadığı bu şiirin şairi olarak artık kendini görmez ve İstiklal Marşını Safahat kitabına almaz. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda “Çünkü onu milletimin kalbine gömdüm,” der.

Akif, 1923 yılı itibariyle Prens Abbas Halim Paşa’nın davetini kabul ederek Mısır’a gider. Amacı burada serbestçe çalışmak, kafasındaki eserleri gerçekleştirmektir. Ancak bunu yapamaz, çünkü gerek Mısır da gerekse İstanbul’da bulunduğu zamanlarda çevresindeki yoğun kalabalık buna izin vermez. 1925’de kendisine Diyanet İşleri Riyaseti’nce Kur’an tefsiri görevi verilir. Yaklaşık yedi yıl çalışır, ancak istediği gibi götüremediği düşüncesiyle çalışmasını yarıda keser, bu durum karşısında Diyanet aynı iş için Elmalılı Hamdi’yi görevlendirir. Ersoy, Mısır’da bulunduğu son zamanlarda siroz hastalığına yakalanır, İstanbul’a döner, iyi bir tedavi görür, ancak hastalık ilerlemiştir, 27 Aralık 1936’da vefat eder, ertesi gün çok kalabalık bir cenaze merasimiyle Edirnekapı şehitliğine defnedilir. (Ömer Rıza Doğrul, Safahat’ın tertipçisi, Safahat, sh XI-XXII) İnkılap ve Aka, 14. baskı, İstanbul 1981).

Toplumsal ve siyasi durum

Toplumların gerileme dönemleri, aynı zamanda sorunların çözümü doğrultusunda siyasi ve fikri çalışmaların da yoğunlaştığı dönemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı da gerilemeyi tersine çevirecek, sorunları çözecek arayışlar çerçevesinde geçmiştir. Bir çok kaynağın zikrettiği gibi, çözüm çabalarının odak noktasında “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuna cevap arayışı vardır. Bir yanlış anlamayı önlemek bakımından, devlet nasıl kurtulur, üzerine düşüncelerin, sadece bürokratik bir örgütlenme olarak devleti değil, toplumu da içeren bir devlet anlayışını esas aldığını belirtmek gerekir.

Ohannes Paşa’nın, Parvus Efendi’nin Mehmet Ali Ayni’nin, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Ali Suavi’nin, Said Halim Paşa’nın bu manadaki arayışları ve teklifleri bu istikamettedir. Keza kolektif hareketler olarak Yeni Osmanlılar’ın, Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin yine aynı doğrultudaki ideallere yönelik olarak oluşturulduklarını, tekliflerindeki farklılıkların toplumu, tarihi, geleceği okuma farklarından kaynaklandığını teslim etmek gerekiyor.

Akçura’nın çeşitli düşünce ve yaklaşımlara sahip bu tür kurtuluşçu hareketleri üç eksende değerlendirmesi yerinde bir soyutlamadır. O, döneme ait politik hareketleri ve tez sahibi kişileri Türkçüler, İslamcılar, Batıcılar diye üç ana başlık altında toparlamıştı. Elbette hiçbir siyasi hareket ya da kişi, bu üç eksenden herhangi birine bütünüyle indirgenemez; safların içinde çeşitli melez yapılardan ve düşüncelerden bahsetmek mümkündür; ancak bu başlıkların son tahlilde olup bitenleri anlama bakımından bizlere sağladığı kolaylıklar vardır. Ayrıca bu üç eksenin sadece geçmişte kalmadığını, bugünkü fikir dünyamızda da karşılıkları bulunduğunu söyleyebiliriz.

Bu üç hareketin de temelinde geniş bir ortaklık alanı olarak modernleşme durmaktadır. Modernleşme, merkezileşme ve standartlaşmanın temel parametreler olduğu, devletle toplumun işlevsel ve ideolojik anlamda örtüştüğü, eski dönemlerde rastlanmayan bu yeni mütekabiliyetin omurgası olarak dev bir bürokrasinin örgütlendiği bir zaman dilimini işaretler. Dolayısıyla her üç yaklaşım da kendi bakış açıları istikametinde devletle toplum arasında nüfuz edici bir bütünleşme öngörmekte, özellikle devlete ideolojik bir mihmandarlık görevi yüklemektedirler. Devletin bu şekilde tanımlanmasında aralarında mahiyet değil bir derece farkı bulunduğundan, İslamcılardan batıcılara doğru gidildikçe toplumdan da devlete doğru bir güç ekseni kaymasından bahsedilebilir; ancak bu son tahlilde bir derece farkıdır, hepsi için devlet toplumsal mühendisliğin etkili bir aracıdır.

İslamcı yaklaşım, politik ve ideolojik tezlerinin temeline İslamı, Türkçüler milliyeti, nihayet batıcılar da bir total proje olarak batılılaşmayı koymaktadırlar. Ancak her üç ekolun içinde yer alanlar, İslamın önemi, her halükarda sahip olduğu güçlü işlevi, modernleşme ile tüm toplumsal kurumlar itibariyle yüzleşilmesi gereği, makul bir difüzyon öngörüsü, 19. yüzyılla birlikte milletin yükselen bir değer oluşu konularında ortaklıklara sahiptirler. Türkiye’nin önüne “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim,” şeklinde bir perspektif koyan Ziya Gökalp’in hareket ettiği gerçeklik, bu kendiliğinden oluşan kaçınılmaz fikri ve pratik melezlemelerdir.

M. Akif Ersoy’u bu kategoriler içinde İslamcılığa yerleştirmek yanlış olmaz. Ancak İslamcılık da homojen bir ideoloji değildir; İslamcı adlandırması altında iki temel eğilimi belirlemek mümkündür. Bunlardan birincisi, “Batı evreni ile herhangi bir alanda ilişkiye girmeyi reddeden kitlesel refleksin ait olduğu” taassup tutumudur. Bunlar geleneği kutsallaştırırlar ve “tenkit, tahkik” gibi son derece önemli iki yöntemi görmezlikten gelirler. “Modern İslam” adı verilebilecek ikinci tepki ise, batı ile diyaloga girmeyi talep eden, onun kurum ve kurallarıyla hesaplaşan, kimini adapte eden, kimine karşılık gelecek kurumları İslam içinden çıkartmaya çalışan (şura, icma, içtihad gibi), eleştirinin asıl mekanı olarak batının entrikalarını değil Müslümanların eksikliklerini gören anlayıştır. (M. Türköne, Türk Modernleşmesi, Lotüs, Ankara 2003, s. 319-20). Mehmet Akif Ersoy, bu iki ekolden ikincisine aittir. Ersoy’un bu manadaki görüşlerini anlama bakımından kimi konuşmalarındaki ifadelerin altını çizmek gerekir:

Batının iki yüzü:

Ersoy, bütünüyle bir batı karşıtlığı içinde değildir; ancak onların sömürgeci siyasetleri ile insani dünyaları, gelişmişlik düzeyleri arasındaki derin çelişkiyi de bilmektedir. Elbette sömürgeci siyaseti eleştirirken, diğer dünyaya karşı son derece yakın kanaatlere sahiptir. Batının bu iki yüzünü işaret eden çeşitli yorumları arasından, Paris’te Hersekli Hoca Kadri Efendi’yi ziyaretini bir anekdot olarak zikretmek uygun olur:

“Ersoy her açıdan büyük saygı duyduğu Hersekli Hoca Kadri Efendi’ye sorar: “Avrupalıları nasıl buldun? – Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır, evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.”

Hakikat hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” (Milli Mücadelede Mehmet Akif Kastamonu’da, Haz. Mustafa Eski, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1983, s. 6)

Bu anekdot, kendisine “Batı medeniyeti nedir?” diye sorulan Gandhi’nin cevabıyla da benzerlikler taşımaktadır: “Güzel bir fikir.”

Ersoy, teknikte ve bilimde batı medeniyetine mutlak surette ülkemizin yetişmesi gerektiğini belirtir. Bu güzergahta önümüzdeki örnek batıdır. Neler yapmamız gerektiğini konusunu da batı ile Müslümanları mukayese ederek şöyle ortaya koyar:

“Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara (batılılara) yetişemezsek yaşamamıza, bize, Allah’ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkan yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar... (Onların) neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerin her birine farzı ayindir.” (A. g.e., s. 10-11)

Ersoy’un bu vadide Müslümanlara getirdiği eleştirilerini bir de şiiriyle örneklendirelim:

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”

(Fatih Kürsüsü, 4. kitap)

Ersoy, Batının son derece planlı programlı hayat tarzına da işaret ederek Müslümanların da öyle davranmasını talep eder. Batının bu niteliğini yine bir vaazında şu şekilde belirtir:

“Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta birkaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler...” (s. 26).

Ersoy’a göre Müslümanların gerileme nedenlerinden birisi de aralarındaki birliği bozacak şekilde kavmiyetçiliğin peşine düşmeleridir. Bu konudaki kanaatlerini ortaya koyduğu bir vaazında şöyle söyler:

“Ey cemaati müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, endi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. .. Müslümanlık bağı ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı büsbütün başka olan bir çok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü şekiller altına ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları, bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O demin söylediğim bağ gevşemeye başladı...” (s. 17-18).

Ersoy’un Batının sömürgeci siyasetine karşı değerlendirmelerindeki bir yöntemi, eleştirilerini akılcı bir temele oturtmak, maddi yönüne ilişkin örnekler sunmaktır.

“Yetmiş sene evvel bir Hintli günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hintli, İngiliz’den üç kat fazla vergi verir... Seksen milyon Hintli için tek bir lise mektebi vardır... Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, Müslümanlar bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini verirler... Otlakları Fransızlar tarafından gasp edilir...” (s. 31-2)

Ersoy, zaman zaman Batılı meşhurların İslam dünyasına ilişkin yorumlarını eleştirellikle birlikte moral bozmayacak, kendilerine güveni destekleyecek tarzda dile getirir:

“Güstav Le Bon, demiş ki: Canım efendim beni meraktan kurtarınız. Bu nasıl oluyor? Ben Arap medeniyetini, İslam medeniyetini senelerce tetkik ettim. Şarkı hayli dolaştım. Şeriatınızı epeyce biliyorum. Bakıyorum ki, Allah peygamberlerin en akıllısını size göndermiş, kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi, toprakların en zengini, insanların en uysalı, en zekisi sizde bulunuyor. Böyleyken nedir bu sizin haliniz? Nedir bu sizin sefaletiniz? Mümkün olsa da size, beş altı sene Şeyh ül İslamlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim.” (s. 48).

Akif’in ülke adına kurtarıcılık misyonunu yüklediği nesil Asım’ın neslidir. Bu neslin özelliklerine ilişkin tespitleri ilgi çekicidir. Kadri Timurtaş’ın ifadesiyle;

“Asım, vücudu gibi imanı da kuvvetli, hassas, irfan sahibi, ahlaklı, müspet ilimler okumuş bir gençtir. Milletin yükselmesi için gereken iki kudret bilgi ve fazilettir. Biz faziletten uzak düştüğümüz gibi son üç asrın bilgisinden de habersiz bulunuyoruz. Fakat, fazilet devirleri gerçekten parlak bir büyük bir milletin çocuklarıyız. Asım’ın nesli Avrupa’da tahsil görecek, oranın kaynaklarından en geniş şekilde faydalanacak, bunları yurda taşıyarak üç yüz senelik ilim kaybını kapatacak. Böylece, faziletimiz bilgiyle beslenince, en ileri bir millet haline geleceğiz.” (F. Kadri Timurtaş, Cemiyetçi Şair, Mehmet Akif Ersoy’a Armağan, Selçuk Üniversitesi, Konya 1986, s. 11)

Bir ahlak adamı olan Ersoy’un Doğunun tefekküründe önemli yer işgal eden ahlakçılara karşı ilgisi büyüktü. Bunlardan birisi, aynı zamanda meslekten olan şair Şirazlı Sadi’dir. Tarık SOMER’e göre;

“Akif’i hayatının sonuna kadar etkileyen şair Şirazlı Sadi olmuştur. Sadi’nin insanoğlunun zayıf taraflarını dile getiren, terbiye kurallarına kıymet veren, sosyal hayatın aksayan yönlerini tasvir eden hikayeleri hoşuna gidiyordu.” (Ölümünün 50. yılında Mehmet Akif Ersoy’u Anma Kitabı, Ankara 1986, Açış Konuşması, Tarık SOMER, Rektör, s.2)

M. Akif Ersoy’un, dönemin popüler modernist İslamcılarından Cemaleddin Efgani hakkında kaleme aldığı iki makaleye bakıldığında son derece övücü davrandığı, Mısırlı müftü Muhammed Abduh’u onun en önemli eseri saydığını görürüz. (s. 32-39, (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990). Ersoy Efgani ile hiç karşılaşmamıştır, ancak onun modern dünya ile yüzleşen İslam telakkisine yakın durmaktadır. Herkesin bildiği o meşhur mısrada “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” derken, benzer bir perspektifi ortaya koymaktadır.

Burada yeri gelmişken, Efgani ve Abduh gibi durduğu siyasi çizgiyi ifade eden bir şiirine kulak vermek uygun olacaktır:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu

Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le,

Der ki tilmizine Efganlı:

- Muhammed, dinle!

İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak,

Öne bizler düşüp İslamı da kaldırmazsak,

Nazariyyat ile bir şeyler olur, zannetme

O berahimi de artık yetişir dinletme!

Çünkü muhtac-ı Tezahür değil üstadın...

Gidelim, bir yere, hatta şu bizim Sudan’a,

Yeni bir medrese te’sis edelim Urbana,

Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım

Nesli tehhib ile, i’la ile meşgul olalım.

Çıkarıp gönderelim, hasılı şeyhim yer yer

Oradan alem-i islama Cemaleddinler,

Bu fakat yirmi yıl ister ki, kolay görmüyorum

Yirmi günlük işe bak sen...

- Kulunuz ma’zurum

İnkılab istiyorum, ben de, fakat Abdu gibi

(Asım)

Ersoy’un farklı fikirlere karşı son derece müsamahakar bir tavrı (Günümüzün diliyle söyleyecek olursak demokrat tavrı) vardır. Hatta bu müsamahakarlık dini konulardaki bilgisizliğin eseri olan tuhaf yorumları kapsayacak ölçüde de geniştir. Dozy’nin meşhur “İslam Tarihi” isimli kitabını, herhalde kendi yaklaşımına da uygun bulduğu için çeviren Abdullah Cevdet’e ilişkin sözleri bu manada dikkat çekicidir.

“Abdullah Cevdet Efendi’nin tercüme etmiş olduğu Tarih-i İslam’ını (Dozy’den) müdafaa hevesiyle yazıp gazetenizin başına geçirdiğiniz uzun etekli, geniş kollu makaleyi tanıdıklarından birinin ihtarı üzerine okudum... Evvela şunu söyleyeyim ki bendeniz kimsenin akidesine müdahale etmek, kimsenin telakkıyat-ı vicdaniyesini teftişte bulunmak itiyadında değilim. Zaten Müslümanlık hiçbir ferde başkalarının itikadını teftiş hakkını vermemiştir; vicdan casusluğunu Kur’an sarahaten men’eder. Ahad şöyle dursun, Peygamber’de bile kulub-ı ümmet üzerinde murakebe hakkı yoktur. Kim, ben Müslümanım derse, nezd-i risalette Müslüman tanınır. Demek isterim ki şahsını şimdiye kadar hiç görmediğim Abdullah Cevdet Efendi acaba mü’min muvahhid midir? Yoksa mülhid midir? Sorup öğrenmek aklıma bile gelmemişti. Zaten bu seviyedeki adamların imanından bir şey kazanmayan Müslümanlık tabii ilhadından da asla müteessir olmaz.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 8-9).

Ersoy, şairliğini, sanatkarlığını bir misyon çerçevesinde görür. Onun derdi, milletinin, İslam aleminin kalkınması, gelişmesi bu zelil vaziyetten çıkmasıdır. Söz, bunu gerçekleştirmek için vardır.

Bir şiirinde şöyle der:

“Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim;

İnan ki her ne söylemişsem görüp de söylemişim,

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”

Fatih Kürsüsü, 4. Kitap

Bizler Akif’in zamanına yetişemedik. İnsanların şiirlerini, yazılarını, fikirlerini bir ölçüde de onların canlı gerçekliği içinden kavrarız. Safahatı okuyan bizim sesimizdir, Akif’in değil. Her okuma biçimi nasıl anlamın bağlamına yeni sınırlar çizerse, şairin kendi sesi de sözle bağlamı başkalarına nispetle daha fazla bir araya getirir. Akif’i görmemiş olsak bile Taceddin dergahı ziyaretlerinde onun gündelik hayatını nasıl yaşamış olduğunu hayal edebilir, sesine ilişkin ise Mithat Cemal’in şu sözlerini hatırlayabiliriz:

“Üç esaslı sesi var: konuşma sesi, erkek sesi, müstehzi sesi. Bakarsınız, binlerce kaari ile iki kişi imişler gibi en ufak sesle konuşur. Sonra bakarsınız, bu kadar hafif sesle konuşan şair bir şehname kahramanının büyük sesiyle haykırır. Yahud yeni yaralanmış bir aslanın çığlığıyla bağırır. Sonra bakarsınız, içinde aslan ağzı açılan bu sesin şairi öksürüklü, ihtizazlı bir istihza sesiyle konuşur. Nihayet bakarsınız, kahraman sesi, konuşma sesiyle karışarak bir muhaverenin nisabını geçmiyen bir hamaset tonu alır...

Altı yedi Türkçe bilirdi: tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Funün,ev ve sokak Türkçesi.”

Mithad Cemal

Aynı dil dahi kendi içinde katmanlara sahip. Safahat’ı bu kadar canlı kılan, anlamın tüm katmanlarına nüfuz etmek için tüm bu dilleri seferber eden, yerli yerinde kullanan şairinin marifetidir.

Sözlerimi, zamanı yorumlayan, batı ile doğuyu karşılaştıran, Müslümanları eleştiren, onları göreve çağıran, tüm bunları yaparken o zor zamana rağmen umudu her zaman dile getiren şairin bu manadaki mısralarıyla bitiriyorum:

“Karşında ziya yoksa, sağından, ya solundan

Tek bir ışık olsun buluver, kalma yolundan

Alemde ziya olmasa halk etmelisin halk

Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!”

Hakkın Sesleri.

*Sırat-ı Müstakim 27 Aralık 1908’de yayın hayatına başladı, 8 Mart 1912’de 183. sayı ile birlikte adını Sebilü’r-Reşad olarak değiştirip yayınına devam etti. Bu süre içinde haftalık olan bu derginin sahibi Eşref Edib, baş yazarı Mehmet Akif’ti. Sebilü’r- Reşad 183’ten 641’e kadar çıktı. Haftalıktı, bazen on beşgünde bir çıktığı da oluyordu. Bazı sayıları Kastamonu, Ankara ve Kayseri’de yayınlandı. Siyasi, ilmi, edebi, ahlaki yazılar yayınlandı. (Yayına hazırlayan: Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu) (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990).