16 Nisan 2009 Perşembe

Osmanlı Devletinde Son Dönem Fikir Hareketleri Osmanlıcılık İslâmcılık Türkçülük

Osmanlı Devletinde Son Dönem Fikir Hareketleri Osmanlıcılık İslâmcılık Türkçülük Garbcılık (Batıcılık) 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda, yaygın bir kanaata göre Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm ana başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak noktası; İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek amacıyla çaba sarfetmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu fikir akımları, yönetim açısından farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de çatışma içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin çizgilerle birbirlerinden ayırmak çok zordur. Ancak düşünürlerinin etrafında toplandıkları yayın organları vasıtasıyla bir ayrıma gidilebilmektedir. Osmanlıcılık Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir "Osmanlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" ortaya çıkararak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarfetmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir. Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada farkederim. Aralarında başka bir güna fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen "Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup, ezel" ve beşer" olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna baş vurulmaz, fitne çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır. Dikkat çekici olan, İslamcıların ve Batıcılar'ın da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa'yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye'ye hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder..."der. Yusuf Akçuraoğlu ise; Üç Tarz-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi bulmadığını "...muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı..." yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağını şu sözleri ile ortaya koymuştur: "...Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefküresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık... Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır. (ganimetidir)". Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamid'in, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatına varması; Meşrutiyet idaresine ara vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur. İslâmcılık İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok farklıdır. Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı. İslamcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyet'in özünde vardır. Bu yüzden İslamcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması taraftarıdırlar. Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır. İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" gibi dergilerin etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır" der. İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız kendisini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek boşunadır. Kendimiz uyanalım" der. Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz..."der. Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini değiştirirler Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi birliğini ardından bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkündü. Türkçülük Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli Mücadele'nin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır. Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa'nın 1869'da Sultan Abdülaziz'e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat, ilk defa sosyolojik bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin toplanması ve bir sistem haline getirilmesi II. Meşrutiyet döneminde sağlanmıştır. Kasım 1908'de Rusya'dan kaçarak İstanbul'a gelen bazı Türkçülerin kurdukları "Türk Derneği" bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği'nin kendi kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911'de kurulan "Türk Yurdu Cemiyet"inde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu derneğin de kendisini feshederek Asker" Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 1911'de kurulan "Türk Ocağı" derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları şair Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (veznedar) Beylerdir. Balkan Harbi'nden sonra seçilen yönetim kurulunda Hamdullah Suphi Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis), Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden oluşmaktadır. Özellikle Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları ile şu şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettirmek. Türk milletini İslam beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sokmak. Aynı zamanda sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı'nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek. Modernleşmek. Ancak körü körüne bir Batı taklitçiliği içine girmemek, özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu özünden uzaklaştırma hususunda büyük zararları olmuştur. Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk şartı olarak millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir seviyeye yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dahil olmak, milletlerarası hayat içinde yaşamaktır. Milli hüviyetinden ve şahsiye-tinden taviz vermek değildir. Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadi politikanın izlenmesi ve özellikle kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar "Türk Yurdu", "İktisadiyat Mecmuası" gibi dergilerde "Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir"; "İktisad-ı Millî; "Milli İktisada Doğru" vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar. Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerektiğini ifade ettiler. Dilde sadeleşmeye, tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Bu hususta Mehmet Emin Bey'in "Cenge Giderken" adındaki şiiri; "Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım Gönlümün en yüksek gururudur bu Ne esir edildim, ne de satıldım Türk benliği, Türk şuurudur bu" Hem kolay anlaşılır bir dilde oluşu, hem de Türklüğü övüşü itibarı ile dikkat çekicidir. Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı; "Asya'da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde toplayarak büyük ve kuvvetli bir "İLHANLIK" teşkil etmektir. Ziya Gökalp "Turan" adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar. Vatan ne Türkiye'dir. Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN. Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir gerçeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir. Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. Ortadoğu'da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldür. O halde devlet ancak Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir. Garbcılık (Batıcılık) Tanzimat'tan sonra devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan fikir akımlarından biri de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet'e gelinceye kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve sosyal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı. I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla "İçtihad" dergisinde ortaya atarlar. Ancak, Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir dizi gerekçeleri arasında "aydınları" baş sorumlu tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler. Uçurumun kenarına gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye rağmen kalkınabileceğine inanmışlardır. Bir şartla ki, sosyal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir. Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan kaynaklanmaktadır. Dolayısı ile tek kuruluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci bir medeniyet yoktur." Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı'nın bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder. İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur. Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür. Batılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır. İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir dizi batıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel olmaktadır. Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir. Batıcılar "İttihad-ı Anasır" yani Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu anlamda Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar. Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri de savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes'in atılarak şapkanın benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak batı kolejleri tipinde okulların açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması. Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler. Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulama alanı buldu. Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlayan özgürlükçü hava içinde çeşitli siyasal düşünce ve eylemlerin yanında "Sosyalizm"düşüncesi de gündeme geldi. Ancak son derece zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki grev hareketleri ve 1909 yılında parlamento da uzun tartışmalara sebep olan "işçi sendikaları" tartışmalarından sonra Eylül 1910'da "Osmanlı Sosyalist Fır-kası" adı ile kuruldu. Parti, beyannamesinde "Sosyalizm"in Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulamasını istemiştir. Gerek beyanname ve gerekse parti programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir. Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan önce şubat 1910'da Hüseyin Hilmi (Sosyalist Hilmi) tarafından çıkarılmaya başlanan "İştirak" dergisinde açıklamışlardır. Ayrıca çok şikayetçi oldukları "basın hürriyetinin" fena uygulanması yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı. Parti, işçi meselelerinin tartışılması üzerinde kurulmasına rağmen; partinin parlamento içinde işçi sorunları, ya da sosyalist düşüncelerin tartışılması gibi konularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun belki de en önemli sebebi, partinin milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılımın olmamasıdır. Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve devamlı olmayan fikirleri içinde Batılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif ettikleri görülmektedir. Birinci devre siyasidir. Diğer devrenin ise sosyalist olması gerekir. Siyasi devre 10 Temmuz 1908'de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar yapan sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı düşüncelerini ortaya koymaktan çekinmediler. "10 Temmuz hürriyeti gerçi harben...feth olunmadı, alındı." Osmanlı sosyalistlerine göre "Hürriyet ancak harp ve darp ile" büyük fedakarlıklarla, "parça parça feth olunur". Bu bakımdan 10 Temmuz sosyalist bir hareket değildir. O halde yeni bir devrime gerek vardır. Ancak, devrimden sonra nasıl bir uygulamaya geçileceği ya da toplum refahının arttırılacağı konusunda her hangi bir çözüm yolu önermemiştir. çünkü, yeterli bilgi birikimi, kadrosu ve alt yapısı yoktur. İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Yönetimi Osmanlı Devleti’nin son dönemi olarak nitelendirdiğimiz “1908-1918 Döneminde” üzerinde durulması gereken siyasal kuruluşlardan en önemlisi, daha sonra bir siyasî parti niteliği kazanacak olan “İttihat ve Terakki Cemiyeti”dir. Bu cemiyet, l908-1918 yılları arasında on yıla yakın bir süre Türk siyasi hayatını yönlendirmiş ve damgasını vurmuştur. Sonradan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alacak olan bu cemiyet, 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur. Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askeri Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo), İshak Sukuti, Mehmet Reşit ve Abdullah Cevdet, ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir. İttihatçılar ülkede yeniden “Meşrutiyet Yönetimi” kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e ve yönetimine karşı mücadeleyi temel amaç olarak belirlemişlerdi. Cemiyet, ilk kuruluşunda örgütlenme modeli olarak İtalyan “Carbonari Cemiyetini” örnek almıştır. Kuruluşundan sonra bir süre sessiz kalan cemiyet, daha sonra Askeri Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye ve Bahriye gibi okullarda hızla örgütlenmiştir. Subaylar arasında, askerî ve sivil yüksekokullarda, medreseler ve hatta tekkelerde taraftarlarını artıran cemiyet, üyeleri kanalıyla da çeşitli illerde örgütlenmiştir. Cemiyetin böyle hızla yayıldığı, taraftarlarını çoğalttığı günlerde II. Abdülhamit yönetimi, cemiyetin varlığından haberdar olarak, üyelerini takip ettirmiş ve tutuklatmıştır. Takip ve yakalanmaktan kurtulan bir çok cemiyet mensubu yurt dışına kaçmıştır. Yurt dışına kaçan cemiyet üyeleri burada da kendilerinden önce Avrupa’ya gelmiş olan “Genç Türk (Jön Türk)”lerle ilişkiye girmişler ve bulundukları yerlerde örgütlenmeye çalışmışlardır. Burada ismini de “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştiren cemiyetin Ülke dışındaki örgütlenmesi başlıca Üç merkezde yoğunlaşmıştır. Bunlar; a) Paris Şubesi b) Cenevre şubesi c) Kahire şubesi. 4-9 şubat l902’de yapılan büyük “Jön Türk Kongresi’nde”, ülkeye yeniden kazandırılacak olan Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş ayrılıkları cemiyeti ikiye bölmüştür. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmuşlar ve Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır. Ahmet Rıza Bey başkanlığında temsil edilen diğer grup ise, kongre sonrası ilk icraat olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin ismini “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”ne dönüştürmüştür. Diğer taraftan, Selanik’te de l906 Eylül’ünde içlerinde Bursalı Mehmet Tahir Bey, Kazım Nami Bey (Duru), Ömer Naci Bey, Talat (Paşa) gibi bilahare İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (Partisi) önde gelen isimlerinin yer aldığı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla yeni bir cemiyet kurulmuştur. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında kurulmuş olan Jön Türk cemiyetlerinin bir devamı değildir. Aynı günlerde, 1906 Ekim’inde Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir cemiyet kurmuş olan Mustafa Kemal Selanik’e gelmiştir. Burada, kurduğu cemiyetin Selanik Şubesi’ni oluşturan Mustafa Kemal daha sonra Suriye’ye geri dönmüştür. Ancak, bir süre sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmiştir. Böylece Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ortadan kalkmıştır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kısa zamanda Rumeli’nin her tarafına yayılmıştır. Makedonya’nın bütün şehir ve kasabalarında ve özellikle Türk Alayları’nın bulunduğu yerlerde genç subaylar arasında taraftar bulmuştur. Böylece, Makedonya’da bulunan Osmanlı III. Ordusu’nun teğmen, yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki subayları bu cemiyete katılmışlardır. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 27 Eylül l907’de merkezi Paris’te bulunan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile resmen birleşmiştir. Bu birleşmeden güçlenerek çıkan cemiyet, artık Sultan II. Abdülhamit yönetimine karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askerî bir temele de dayandırmıştır. Abdülhamit’in baskıcı yönetimini sona erdirmek amacıyla bazı genç subaylar genel bir ayaklanma çıkarılmasını istemekteydiler. Bu amaçla Kolağası Niyazi Bey Resne’de emrindeki kuvvetlerle dağa çıkmış, daha sonra da Enver Bey Tikveş’te, Eyüb Sabri Bey Ohri’de, Selahattin ve Hasan Tosun Bey’ler Arnavutluk’ta aynı şekilde “Hürriyet Taburları” kurarak dağa çıkmışlardır. Cemiyet, saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın hemen yürürlüğe konulması ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını istemiştir. Ayrıca şayet milletin bu isteklerini kabul etmeyecek olursa, tahtından indirileceği Sultan II. Abdülhamit’e bildirilmiştir. Nitekim 23 Temmuz l908’de Manastır’da ve Selanik’te Meşrutiyet resmen ilân edilmiştir. Bütün bu gelişmeler üzerine Sultan II. Abdülhamit, yayınladığı bir bildiriyle Osmanlı Devleti’nde anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ve meşrutiyeti ilân ettiğini açıklamıştır. Artık İttihat ve Terakki ismini kullanmakta olan cemiyet için, Meşrutiyetin ilânından sonra yeni bir dönem başlamıştır. Cemiyetin, 1911 Kongresi’nde tüzüğünde yapılan bir değişikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkezi İstanbul olan bir siyasal parti olduğu belirtilmiştir. Böylece, Türk demokrasisinde ilk siyasî parti olma özelliği İttihat ve Terakki Partisi’nin olmuştur. Bu parti, 5 Kasım 1918’deki son kongresinde kendisini feshetmiş ve Teceddüt Fırkası adıyla yeni bir kimlik kazanmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı, gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen isimler “Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa”lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön plâna çıkmışlardır. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki; Milli Mücadele’mizin büyük önderi Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bir çok önemli isim bu cemiyetin bünyesinden çıkmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemek için “Osmanlıcılık veya Pan-Osmanizm” düşüncesini “İttihad-ı Anasır” (Unsurların Birliği) şekliyle benimsemiş ve cemiyet-parti içinde ve devlet yönetimindeki uygulamalarında bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle; cemiyet-parti bünyesine Türklerin yanında Araplar, Arnavutlar gibi Türk olmayan Müslümanları ve Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi gayri müslimleri almışlardır. Ancak gayri müslimler ile Arnavutlar ve bilahare Araplar gibi Türk olmayan Müslümanların her yönden Türk milletine ve Osmanlı Devleti’ne karşı ihanet, isyan ve ayaklanmaları üzerine bu düşüncelerini terketmişlerdir. Özellikle, Balkan Savaşları esnasında uğradığımız yenilgi ve Türk insanının uğradığı haksızlık ve zulüm devlet adamlarımızın ve aydınlarımızın savundukları “Osmanlılık” ve “İslâmcılık” fikirlerinden uzaklaşarak “Türkçülüğü” ön plana çıkarmalarına yol açmıştır. Bu nedenle İttihatçılar, Türkçülük fikrini parti programlarına almışlar ve 1913-1918 yılları arasında iç ve dış politikalarında adeta bir devlet politikası olarak uygulamışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Türk milletinin anavatanının, yani Anadolu’nun işgal edilerek milletimizin esaret altına alınmak istenmesi karşısında, İttihat ve Terakki Cemiyeti-Partisine mensup bir çok vatansever Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlamış olan Milli Mücadele’ye katılmışlardır. Genç ve idealist bir kadroya dayanan İttihat ve Terakki Cemiyeti-Partisi, Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan kurtarmak amacıyla yola çıkmalarına ve iktidara hiç düşünmedikleri kadar kolay ulaşmalarına rağmen, devlet yönetimindeki tecrübesizlikleri ve dönemlerindeki iç ve dış gaileler sebebiyle bu amaçlarını gerçekleştirememişlerdir. Üstelik Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve nihayet I. Dünya Savaşı’yla ülkeyi parçalanmanın ve yıkılmanın eşiğine getirmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ikinci defa Meşrutiyeti kazandırmakla ve Türk siyasî hayatına çok partili hayatı getirmekle övünmüş olan İttihatçılar, kendi elleriyle kurdukları çok partili hayatı yine kendi elleriyle katletmişlerdir. Mutlak iktidarları döneminde siyasî rakiplerine ve diğer siyasal partilere hayat hakkı vermemişlerdir. Bu dönemde bazı siyasî partiler kapatılmış veya faaliyetleri yasaklanmış, birçok siyasî muhalifleri tutuklanmış ve sürgünlere yollanmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, I. Dünya Savaşı’ndan Osmanlı Devleti’nin mağlup olarak çıkması ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine İttihat ve Terakki Partisi; 5 Kasım 1918’de yaptığı son kongresinde partiyi kapatarak “Teceddüt Fırkası” adıyla kuracakları yeni parti bünyesinde siyasî faaliyetlerine devam etmelerini kararlaştırmıştı. II. Meşrutiyet II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 (Rumi 10 Temmuz 1908)de top atışları ve büyük şenliklerle ilan edildi. Hürriyet'in ilanı bütün Rumeli'de ve İstanbul'da görülmemiş bir coşkuyla karşılandı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez bir ölçüde tabandan gelen anayasacılık hareketi oluşmuştur. Onun içindir ki, I. Meşrutiyet'in aksine, tehlike ile karşılaşınca kendisini koruyabilmiştir. Gerçekten de 31 Mart (bugünkü takvimle 13 Nisan) 1909'da Derviş Vahdet" ve yandaşları, sistemi yeniden Meşrutiyet öncesine döndürmek isteyince derhal Rumeli'den yürüyen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu, ayaklanmayı bastırmaya muvaffak oldu. Derviş Vahdet" hareketine II. Abdülhamid'in katkısının olup olmadığı tam olarak tespit edilememesine karşın; hareket II. Abdülhamid'in tahtına ve hürriyetine mal oldu. II. Abdülhamid'in yerine tahta V. Mehmet Reşad getirildi. 1908 yılında seçilmiş olan Meclis-i Mebusan, Meclis-i Ayan ile el ele vererek, 21 Ağustos 1909'da anayasada değişikliğe gitti. Bu değişiklikten sonra Kanun-ı Esasî'nin en önemli kurumu, artık padişah değil Meclis-i Mebusan'dır. Sultan'ın Meclis-i Mebusan'ı dağıtma yetkisi kısıtlanmış, dağıtma halinde yeni toplantının en geç üç ay içinde yapılması hükme bağlanmıştır. Padişah'ın kesin veto yetkisi alınmış; meclislerin üçte iki çoğunlukla ısrarı karşısında, padişahın yasayı ister istemez yürürlüğe koyacağı kabul edilmiştir. Kanun-ı Esasî'nin 113. Maddesinin sürgün hükmü yürürlükten kaldırılmış, Padişahın harcamalarının parlamento tarafından denetlenmesi karara bağlanmıştır. II. Meşrutiyet'le ülke parlamenter yapıya kavuşmuştur. Devletin yapısında parlamentonun ağırlık kazanmasına paralel olarak, 1909'da, temel hak ve özgürlüklerde de genişleme oluşmuştur. Osmanlı Devleti'nde ilk kez, toplantı ve dernek hakları tanınmış, sansür kaldırılmış, postadaki evrakın yargıç kararı olmadan açılamayacağı kabul edilmiştir. Yasalarda yapılan düzenlemeler ve başlangıçta kamuoyunda oluşan iyimser havaya rağmen, II. Meşrutiyet ülkenin dağılmasını önleyemediği gibi vatandaşın beklentilerine de tam olarak cevap veremedi. Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra, 3 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek'i ilhak etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken, 6 Ekim'de Giritliler Yunanistan'a bağlandıklarını ilan ettiler. Osmanlı Devleti'nin bu gelişmeler karşısındaki protestoları ise sonuçsuz kaldı. 1882'den 1908'e kadar kaybedilen topraklardan daha fazlası 1 yıl içinde elden çıktı. Gelişmelerden Batılıların sorumlu olduğuna inanan halk II. Abdülhamid'in mutlak hakimiyet dönemini arar duruma geldi. Bu arada Kasım-Aralık 1908'de yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki 288 milletvekili çıkardı. Bunlardan 147'si Türk, 60'ı Arap, 27'si Arnavut, 26'sı Rum, 14'ü Ermeni, 10'u İslav ve 4'ü Yunanlı idi. Bu tabloya rağmen, Meclisin Osmanlı birliğini sağlama şansı azdı. Kaybedilen topraklar geri alınamadığı gibi iç istikrar da sağlanamadı. Bu yetmiyormuş gibi, Rum ve Ermeni temsilciler Makedonya ve Doğu Anadolu'da özerklik yada bağımsızlık için kendi partilerini kurdular. Meclis çalışmalarını sırf terör çıksın diye aksatmaya başladılar. Böyle bir ortamda II. Abdülhamid'in yerine tahta geçmiş olan V. Mehmed duruma hakim olamadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise henüz iktidara hazır olmadığından, üzerinde durdukları Osmanlı birliği fikrini uygulayamadı. Nihayet, ard arda gelen savaşlar ve içerideki iktidar çekişmeleri Meşrutiyet'in de İmparatorluğun da sonu oldu. İslamcılık, muhafazakarlık ve Türk Müslümanlığı Aydın Aktay İslamcılık ve muhafazakarlık ilişkisi, düşünce dünyasını en çok meşgul eden konulardandır. Bu meşguliyetin bir vechesi, sağcılık ve müslümanlık arasında bir örtüşmenin olduğuna dair derin yanılgılara sahip yorumlar, diğeri ise İslamcılığın, İslamın müdafaasını; oryantalist argümanlara karşı olsun; dini, siyasi ve ekonomik pek çok açıdan her türlü İslama yönelik indirgemeci, müstemleke zihniyetlere karşı yaparken; muhafazakar anlayışla karıştırılmasını beraberinde getiren yanlış bir çıkarımın da doğması ile ilgilidir. Amaç yönüyle aralarında bir birlikteliğin ya da akrabalık ilişkisinin var olduğu düşünülen İslamcılık ile muhafazakarlığın bu yönlerinin sorgulamasını bu yazıda yapmaya çalışırken, bunu sürekli yapanlara da ilham kaynağı olacak, elimizde kullanılmak üzere çok işlevsel öneme sahip tarihi bir olayın tanıklığında hareket edeceğimiz için bu yazıda gerçekten söz konusu iddiaların geçerliliği hakkında çok önemli argümanları elde edeceğimizi düşünüyorum. BABANZADE AHMET NAİM EFENDİ İLE NAMIK KEMAL’İN TARTIŞMASI IŞIĞINDA TÜRK MÜSLÜMANLIĞI: Türk milletine has din telakkisinin savunucularından Yahya Kemal ile Babanzade Ahmet Naim Efendi arasında cereyan eden hadise, milliyetçi muhafazakarlığın İslam’la ilişkilerinin, karşılaştığı tepkilerin, tarihi referansları olarak ele alınmayı hak ediyor. Söz konusu hadiseyi aktaran Nuray Mert; Osmanlının son dönemlerindeki bu hadisenin bize gösterdiği en önemli noktanın, söz konusu dönemdeki tartışmaların, detaylarla ilgili olmaktan çok esaslarla ilgili olduğudur. Der.(1) Yahya Kemal, 1921-22 yılları arasında Tevhid-i Efkarda yazdığı esnada, Eyüp Sultana ilişkin bir yazı yazarak, bu yerin halkın gözündeki kutsiyet ve öneminden bahsetmiş. O esnada Edebiyat Fakültesinde kendisi gibi ders vermekte olan Babanzade Ahmet Naim Beyle öğretmen odasında karşılaştıklarında, Babanzade, Yahya Kemale, Eyüp Sultan yazısı nedeniyle çıkışarak; İslamiyete ettiğiniz zararı bu ara kimse etmiyor, İslamiyeti efsaneler ve ölülere ibadet üzere kurulmuş bir din gibi göstererek bunu yapıyorsunuz.der. Yahya Kemal ise çok öfkelenmiş ve: …Ben her şeyden önce bir Türk gibi duyarak yazıyor idim ve bu nevi edebiyattan, tam yerli olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı.diyerek devam etmiş;…Siz kimsiniz?…bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız, Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir…Evet bu millet, İslamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sever, onun uğruna yalnız bu sebeple ölür, sizin itirazlarınızla ise yaprak dahi kıpırdamaz.diyerek tepkisini ve tavrını ortaya koymuştu. Yahya Kemalle Babanzadenin kavgası, öncelikle Türkçü milliyetçilerle, İslamcıların meşrutiyet yıllarından beri süren kavgasıdır. Bilindiği gibi bu konuda dönemin İslamcı tavrını temsil eden en uç örnek de dinleri adına Türklükten vazgeçmenin kazanç olacağını söyleyen ve yeni rejime muhalefetini İskeçeden sürdüren Mustafa Sabri Efendidir. Yahya Kemali dillendiren Türk Müslümanlığı tezi, Türk kültürünün mistik kendine özgülüğünü vurgular. Kültürel kurum ve sembollerin birer kültürel kod olarak vurgulanması bu çabaların uzantısıdır. Adeta bir muhafazakarlık söylemi belli bir jargonun eşliğinde temellendirilmeye çalışılmaktadır. Yahya Kemal ve Babanzade Ahmet Naim Efendi örneğinde gösterilen tartışmanın içinde, aslında Türk Müslümanlığı gibi muhafazakar bir din anlayışının ne tür bir temele oturduğuna dair ipuçları gizlidir. Yahya Kemal’in temsil ettiği muhafazakar anlayışın Türk Müslümanlığı tezine yansıyan anekdotları ile ilgili kitap(2) ve bu yazıda aktarılan söz konusu tarihi anekdotun, muhafazakar bakış açısı hakkında ve özelde Türk Müslümanlığı yaklaşımıyla ilgili bizlere sunduğu en önemli işaretler olarak son noktada şu noktaları hatırlayabiliriz: 1. Muhafazakar bakışın ilkeler ve kuralların bekasından çok modernizmin dinamizmine ve her şeyi dönüştüren gücüne karşı kurum ve tarihi alışkanlıkları koruma iddiasının olduğu; 2. İlk bakışta dinsel bakış olarak kendini gösteren muhafazakar hissiyatın ya da anlayışın aslında sadece bir tarih ve toprak tapıcılığı olduğu; 3. Muhafazakarlığın doğasında bir yaman çelişki olarak belki de gülünç bir biçimde, bir tür sosyal Darvinizmde denilebilecek bir evrimci(tekamülcü) zihniyetin var olduğu ve muhafazakarlığın bu inancı taşıdığı; bu yüzden güçlünün ayakta kalacağı düşüncesinden hareketle, kurumsal yapının ve tarihi değerlerin ayakta durmasına özel bir hassasiyet gösterdiği, bu noktada sembollerin, kurumların gücünü anlatırken, bunların taşınmasının ve varlıklarını sürdürmelerinin gerekliliğine dair iktidar yanlısı bir söylem inşasına giriştiği ve bu konuda oldukça vurgu yaptığı rahatlıkla söylenebilir. Bu yönüyle din, Türk Müslümanlığı iddiasındaki kişiler için bir tür, parlak geçmiş hatırlatıcısı, estetik duyarlılıkların muharriki, bir minare gölgesi, sabah ezanının ürpertisi, büyük annenin beyaz başörtüsü(türban değil!) semboller ve türbeler, varsa sanatıdır(ebru, hat, teshiptir.) Bu yönüyle din, yaşanan değil yaşatılan bir şeydir. Bu noktada dinin hurafelerle ilişkisinin artık kemikleşen bir tarza dönüşmesinin gereken tüm imkanlarının muhafazakar hissiyat eliyle gerçekleştirildiği de rahatlıkla söylenebilir. 1-Mert.,Nuray,Cami Gölgelerinden Kubbe İnsanlara Kültürel İslam Edebiyatı tezkire, 14,15. Sayı Ankara, 1998 2-Başer., Sait, Yahya Kemal ve Türk Müslümanlığı, Seyran yay. İst., 1997

Hiç yorum yok: