15 Nisan 2009 Çarşamba

TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK ve TEMELLERİ

TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK ve TEMELLERİ

1- Osmanlının Son Dönemi ve Fikir Hareketleri

a- Batıcılık’ ın İlk Devresi: II. Mahmut Dönemi ve Tanzimat (Düzenleme)

b- 1856 ıslahat Fermanı

c- II. Abdülhamit Dönemi

d- II. Meşrutiyet Dönemi

e- Cumhuriyet ve Batılılık

XIX. ASIR DÜŞÜNCE AKIMLARI ve OSMANLI

a- Hürriyet Kavramı

b- Yeni Osmanlılar

c- İslamcılığın Ortaya Çıkışı ve Çalışmaları

d- Jöntürkler

e- İttihat ve Terakki

f- Türkçülük

18.YY İSLAM DUNYASINDA DURUM:

1774 yılında küçük kaynarca ile yenilen Osmanlı Devleti,

1798 Mısır’a giren Napolyon,

1830 Fransa’ nın Cezayir’i işgali Ve sonrasında Tunus işgali,

İngilizler tarafından işgal edilen Hint kıtası- kaybedilen Süveyş Kanalı gibi umum manzaralar vardı..

İSLAM DÜNYASININ TEPKİSİ:

19. yüzyıl şartlarında Müslümanların durumu genel hatlarıyla iki maddede özetlenebilir:

1) İslam, kültürel yapının bir unsuru konumuna dönüşmüş ve bu biçim genel kabul görmüştür; İslam'ın gelenekselleşmesi.

İlk nesil Müslümanlar ve onları takip edenler, İslam'ı olması gereken şekliyle anlayıp uyguladılar ve "Saadet Asrı" nı oluşturdular. Sonraki devirlerde tutum ve tavırlarda önemli değişiklikler görülmeye başlandı. Din, kültür olarak benimsendi. Kültür ise insan eseridir. Toplum hem kültürü oluşturdu hem de bu kültürden beslenmeye başladı. Böylece İlahi olan din, beşer ürünü bir din haline getirilerek yozlaştırıldı, vahiy’den uzaklaşıldı. Gerçek İlahi din yerine ifsada, bozguna uğramış bir din inancı oluştu. Bir yazarın dediği gibi;

Kültür; bir toplumun kimliğidir. Bir toplumun kimliği ise o toplumun dinini temsil eder.

Bu kültür nasıl meydana geldi, neyin sonucunda oluştu?

Toplumların kitleler halinde İslam'a katılmaları sonucunda İslam'ı bilmeyen, anlamayan insanların, bilenlerin karşısında baskın bir şekilde çoğunluğu teşkil etmeleri ve gelirlerken eski pagan anlayışlarını da beraberlerinde getirmeleri büyük sebeplerden biri görünmektedir. Ve toplumun, Kuranı hayatlarından çıkarıp atmaları ile Kuran nesli ortadan kalkmaya yüz tutmuştur. İşte bu inanç ve uygulamalar toplumun dini haline gelmiştir.

Böylece Gelenek, mutlak hakikatleri içeren ilahi esaslar karşısında alternatif bir din konumuyla yerini almıştır.

2) Müslümanların yaşadığı coğrafyanın büyük bir kesiminin, Batı emperyalizminin kontrolüne girmiş olması.

Batı'nın İslam'a ve Müslümanlara yönelik saldırılarına karşı da iki tutum ortaya çıkar:

1) İslam'ı ve Müslümanları Batı'nın standartlarına uydurmayı hayatlarının ve bilgilerinin yegâne gayesi edinenler. Hindistan da Sir Ahmet Han gibiler. Onu Mirza Gulam takip eder. Osmanlı içerisindeki "Tanzimat aydınları" da aynı kesimin bir başka coğrafyadaki emsalleri olurlar. Bunlar "Batılılaşma"yı varlıklarının gayesi olarak benimserler.

2) Gerçek anlamda kurtuluş ve saadetin ancak ve ancak Kur'an ve Sünnet'in tanımladığı İslam'a dönmekte olduğunu savunanlar.

Bu bozulmaya karşı "Dur" diyen ve bir set görevi üstlenen şahsiyetler hiç eksik olmaz. İslamcı damar XII. yy da İbni Teymiye ve İmam Gazaliden başlar, XVIII. yy Şah Veliyyullah Dehlevi*** Muhammed Bin Abdulvahhab, Cemaleddin Efgani’, Şeyh Muhammed Abduh, Reşit Rıza’ya kadar gelir.

ŞAH VELİYYULAH DEHLEVİNİN TESPİTLERİ:

*** 1-Müslümanların inançlarına karısan cahili unsurları ayırarak, gerek estetik, gerekse ilim ve siyaset alanlarında bir takim yozlaşmaları tespit etmeye çalışır.

2-Özellikle hilafetin gerçek misyonunun icra edilmediğinden, dolayısıyla sosyal hayatta birtakım müesseselerin kontrolsüz kaldığı tespitini yapar.

3-içtihat ruhunun yok oluşundan ötürü muzdariptir. Taklidin insanları birtakım dogmalara sevkettigini belirterek, içtihadı terk eden âlimleri ağır bir şekilde eleştirir.

4-Tasavvuf adı altında birçok şeyin İslam Asli Kaynağına bulaştığı tespitini yapar, rahatsızlığını dile getirir.

Bu kapsamda olmak üzere Sudan'daki Mehdi kıyamını, Cezayir'deki Abdulkadir kıyamını, Bengal'deki Hacı Şeriatullah kıyamını, Hindistan'daki Seyyid Ahmed Şehit kıyamını, Libya'daki Senusi kıyamını zikredebiliriz

MUHAMMED BİN ABDULVAHHAB ve TESPİTLERİ

1730’ku yıllarda Osmanlının uzak bir toprağında Arabistan’da M.Bin Abdulvahhab (1703–1792) ihya hareketindeki silsilede yerini aldı.

a-Evliyanın aracı rolüne inancının bidat olduğu, vesile –aracı koyma- işinin sonradan uydurulduğunu,

b-Peygamber dahi olsa hiçbir insanın şefaatçi olamayacağını, Allah’tan başkasından yardım istenemeyeceği,

c-Orta zaman ulemasının fikirlerine uymanın kişiyi yanlışa götüreceğini, asıl uyulması gerekenin meşru kaynak Kuran ve peygamberin eğitim metodunun olduğunu vurgulamış bunun mücadelesini vermiştir.

d- mezarlarda ibadet edilmesini, onların kutsanmasını şirkle aynı seviyede görmüştür. Mezar ziyareti aynı zamanda puta tapıcılığa da vesile olabileceğinden mezarların kutsanmasına sebep olabilecek her türlü şey -üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak gibi- yasaklanmıştır. Ağaç ve taş gibi şeylerin kutsanması, Allah'tan başkası adına kurban kesilmesi, adak adanması, muska takılması, nazar değmesini engellediği inancıyla nazar boncuğu taşınması, bir hastalığın, belanın defi veya güzel görünmek vesaire maksadıyla boncuk, ip ve benzeri şeylerin takılması, sihir, büyü, yıldız falına inanılması ve Allah'tan başkasına dua edilip yardım dilenmesi bidattir, şirktir.

e -10.yy’dan beri kapalı olan ictihat kapısı yeniden açılmalıydı.

18 ve 19. yüzyıldan sonra ortaya çıkan İhyacı-ıslahçı- tecditçi söylemlere kaynaklık ederek Hindistan'da Şah Veliyullah Dehlevi'nin, Kuzey Afrika'da Muhammed b. Ali Senusi'nin, Yemen'de Muhammed el-Şevkani, Fas'ta Fas Sultanı Mevlevi Süleyman'ın, Tunuslu Hayreddin Paşa'nın, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un, Reşid Rıza gibi bir çok Müslüman düşünür ve ıslahatçının çizgisinde kendisini hissettirmiştir. 19.yy’da C.Efgani (1839–1897) ve M.Abduh (1845–1905) önderliğinde oluşan İslamcı fikir hareketi günümüze kadar etkisini sürdürmekte ve halen birçok bölgeyi etkilemektedir. Fikirleri M.Akif üzerinde etkili olan iki isimdir.

1-Osmanlılar yükseliş devri dediğimiz döneme kadar kendi uygarlıklarını Batı’dan üstün saymışlar, bu yüzden Batı’nın model olarak izlenmesi bir sorun olarak görülmemiştir. İmparatorluk gerilemeye başlayınca Niçin geri kaldık? sorusu sorulmuş ve cevaben devlet yönetiminin bozulduğu ileri sürülmüş, bununla beraber Batı’nın askeri üstünlüğü gösterilmiştir. Bu sorular ta 18. yy. başlarında yani 1700-1730 III.Ahmet zamanında sorulmaya başlanmıştı.

Gerilemeyi Din bütünlüğünün yitirilmesine bağlayan bir kısım Ulema da var olmuş ama belirgin bir etkiye sahip olamamışlardır.

Matbaa işte bu lüzum üzerine (İ.Müteferrika 1730) ülkeye girmiştir. Avrupa’nın çeşitli başkentlerine elçiler gönderilmiş ve sorunlar tespit edilmeye çalışılmıştı.

Lale Devri diye anılan bu dönemdeki bozulmaya karşı bir kısım mütedeyyin insanlar kıyam etmişlerdir. Patrona Halil Kıyamı veya isyanı bunun tipik bir örneğidir. Açlık ve sefalet içinde olan bir halkın zevk ve sefa içinde yaşayan saray zümresine karşı bir kıyamı.. Kıyamın komuta merkezi Beyazıt Camiidir. Burada yapılan istişareler (Serdengeçtiler Hareketi) sonucu başlatılan ayaklanma organizeli bir işin sonucudur. Şuradan anlıyoruz; 1726’da saraylar taşlanmış, 1729’da Sadabad basılmış. Nihayet 1730’da hareket son halini almıştı. Saray dışında geçici bir hükümet kurulmuş _kolluk kuvvetlerine kadar_ ama devam edememiştir. I.Mahmut tarafından hareketin 3 lideri suikastlarla ortadan kaldırılmıştır.

Patrona Halil isyanın nedenini şöyle açıklayacaktır: Biz bunu şeriatın hükümlerinin tatbik edilmesi için yaptık.

Batı’nın askeri kuruluşlarından örnek alma çabaları I.Mahmut (1730-1754), I.Abdülhamit (1774-1789) ve III.Selim’le (1789-1807) devam eder. II.Mahmut (Gavur Mahmut 1808-1839) sonra M.Reşit Paşa tarafından Tanzimat ilan edilir.Arkasından Islahat Fermanı gelir. Ve böylece Batı’nın günlük kültürü de İmparatorluğa girdi. Giyim kuşamdan tutun ev eşyası ve insan ilişkilerine kadar.

Devletin bütün kurumlarında başlatılan yenileşme çabaları, karşılaşılan tepkiler dolayısıyla istenilen sonucu vermedi.

Osmanlı’da yeni Tanzimat düzenine karşı ilk ayaklanma Kuleli Vakasıdır (1859). Şeyh Ahmet tarafından sufi bir kıyam olarak tarihte yerini almıştır.(fedailer Hareketi-Müslüman öğrenciler)

II.Abdülhamit Dönemi:

Tanzimatçıların gittikçe yoğunlaşan Batılı davranışları artık çekilmez bir hal almaya başlayınca

1860’da Namık Kemal ve Ziya Paşa (Yeni Osmanlılar) yozlaşan saray ve etkilenen topluma karşı ilk sistematik eleştirilerini başlattılar. 1870’ten itibaren Osmanlı için İslami bir model başa geçirmek isteyen aydınlar çıkmaya başladı. O yıllarda tahta çıkan II. Abdulhamit için de bu İslami fikirler geçerli bir politika olarak belirmeye başladı. İttihadı İslam fikrini kendi ülkesindeki tebasını birleştirmek için bir bayrak olarak kullandı. Yine bu fikri ülke dışındaki müslümanlar için emperyalizme bir karşı koyma aracı olarak düşündü.

MUHAMMED ABDUH VE CEMALEDDİN EFGANİ: YENİ ARAYIŞLAR

İçtihat kapısının kapalı değil, ardına kadar açık olduğunu söyleyen anlayış, işte bu yeni filozofik anlayıştır. Said Nursi de prensip olarak içtihat kapısının açık olduğunu söylemekteydi. Ancak Said Nursi'ye göre, bu zamanda içtihad kapısından içeri girmeye engeller bulunmaktaydı. İçtihat kapısının tamamen açan bu anlayış, İslamın içtihada müsait olmayan muhkem kısımların da tartışılmasına sebep olmuştur. Başka bir deyişle, Kur'anın etrafındaki surlar zaten yıkılmış, doğrudan Kur'ana saldırılar başlamıştı.

İçtihat kapısının açılması, dinde teceddüt anlayışını da beraberinde getirmekteydi. Dini bir teceddüd fikri Efgani'de ifadesini bulmaktadır. Efgani'ye göre bu uğurda en önemli engel, Müslümanların siyaseten dağınık oluşuydu. Öyle ise, tecdit için önce bütün dünya Müslümanlarının siyasi birliğinin sağlanması gerekiyordu. İttihad-ı İslam ya da Panislamizm, bu anlayışın doğudaki ve batıdaki tanımlama biçimiydi.

Cemaleddin-i Efgani, bir İttihad-ı İslam hastasıydı. Her nereye giderse gitsin, her kiminle görüşürse görüşsün, bu konuda onunla birlikte hareket edebileceği kanaatiyle, kendini ona adayıp birlikte hareket edebileceği şartlar oluşturmaya gayret etmek ister. Fikirlerini diri tutmak için, devlet başkanlarıyla görüşmelerde bulunup eyleme geçmek ister. Ancak devlet adamlarının statükocu (mevcut durum) yapısı o'nu hep yeni birilerini aramaya sevk etmiştir.

İstanbul’a ikinci gelişinde, II. Abdülhamit’in de benzer bir politikası olduğunu görünce, birlikte hareket etmek niyetiyle, Abdülhamit’i yönlendirmeye çalışır. Abdülhamit’in sadece Osmanlı Devleti altında yaşayan Müslümanların birliğini ve daha ziyade Osmanlı Devletinin kurtarılması fikrini önce o da kabul eder. Böylece, dönemin en büyük gücünün etrafında diğer İslam ülkelerinin birleşebileceğini düşünerek destek verir. Ancak, Abdülhamidin yanlış istibdadı ve sadece ülkeyi kurtarma fikri etrafında politika yapması, o'nu kendi projesini uygulaması konusunda derin hayal kırıklıklarına uğratır.

O'nu hayal kırıklığına uğratmayan biri vardır. O da İslamcı projenin önemli sacayaklarından Muhammed Abduh'tur. Birlikte Fransa'da Urvet-ul Vuska dergisini çıkararak müslüman devletlerin batı emperyalizmine karşı duruşlarını teşvik ederler. Müslüman ülkelerin önce bağımıslıklarını kazanmalarını, daha sonra da birlikte büyük bir güç oluşturmalarını hararetle savunuyordu.

Nedeni henüz anlaşılamayan bir tarzda, Abduh, Beyrut’ta, İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlığı uzlaştırma amaçlı bir dernek kurdu. Ancak, halifelik siyasetine uygun düşmediği için, Abdülhamit, bu hareketi sona erdirmek için İngiliz hükümeti nezdinde girişimlerde bulunarak Abduh'un Suriye’yi terk etmesini sağladı.

Tekrar geldiği Mısır'da, Ezher Üniversitesi yönetim kuruluna üye seçildikten sonra, kafasındaki projeyi uygulamaya koyuldu. Ve bu üniversitede daha önce okutulmayan, tarih, coğrafya, tabiat tarihi, matematik ve felsefe gibi derslerin müfredat programlarına alınmalarını ve okutulmalarını sağlamıştı. 1899'da Mısır baş müftüsü olmuştu.

Afgani'nin Islahat Programı:

1-"Toplumun Islahı"

Doğu kökenli bir yığın sapık ve yanlış inançların, her türlü hurafe, bidat ve sapmaların terk edilmesi gerekir.

2-"İslam Birliği"

Müslümanlar arasındaki ırk, cinsiyet, dil, soy, coğrafya menşeli her türlü ayrımları kaldırıp, İslam'ın kardeşlik ruhunu hâkim kılmak gerekir.

3-"Mezhep Taassubu ve çözüm" Telfik

Ataları körü körüne taklit anlayışını terk edip atmalı, içtihat kapısını yeniden açmalı,geliştirmeli ve dinin doğrudan özüyle irtibatlı konuma gelinmelidir. Çünkü mezhepler artık birer din halini almıştır.

4-Dört bir yana dağılmış Müslümanların emperyalist Batıya karşı güçlenip önce kendi devletlerini kurmalarına ihtiyaç vardır. Daha sonra bu devletler "İslam Birliği Devletleri" olarak bir birliğe girmelidir.

5-Mezhep taassubunu terk etmek elzemdir. Bu birliğin ve terakkinin önünde bir engeldir.

İLK NESİL İSLAMCILAR:

İlk İslamcı nesil 1856’da çıktı, 1924’te misyonunu tamamladı. N.kemal, Ali Süavi, Z.Paşa vb…

Tarihsel fıkıh formasyonunun gerektirdiği içtihat yapma donanımına sahip olmasalar bile, yeterli sayılabilecek bir bilgi birikimine sahiptiler. İslami ilimlere vakıftılar. Düşüncelerine referans olacak ayet ve hadise başvurma yetenekleri vardı. Mezhepler arasında içtihat seçimi yapabilecek kapasitedeydiler. Senet ve metin kritiği yapabilen bir ilme sahiptiler. Baban zade, Elmalılı, İ.H.İzmirli gibi.

Namık Kemal İslam'ın başlangıç dönemlerinde bir çeşit meşrutiyet olduğunu ve eğer halkın şura egemenliği ilkesi kabul edilirse, kimsenin bir meşrutiyet yönetimi kurulmasına karşı gelme hakkı olmayacağını yazmıştı. ve meşrutiyetin ilan edilmesine katkı sağlamıstır

Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu.1876'da I. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi'yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid'in Meclis-i Mebusan'ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası'na sürüldü.1888’de sürgünde öldü.

Jöntürkler içinde yer alan İslamcı kesim Ulemanın ve medrese sisteminin çürüdüğünü, bir reforma tabi tutulması gerektiğini hissediyorlardı (1890) Medreselerde okutulan dersler 300 yıl önce yazılan eserler ve şerhlerdi. Var olan eserler şerhin şerhiydi. Islama ve milli müesseselere bağlı olan aydınlar, milletin uyanışını ve devletin kurtuluşunu, Taklit ile değil, var olan temel değerlere sarılmakta görüyorlardı. Batının tekniği alınsın, fakat dini kültür ve geleneksel değerler saklı kalsın: Onlar eldeki son müstakil İslam vatanını korumaya çalışıyorlardı.

Bu dönemin İslamcıları:

Sırat-ı Mustakim ve Sebilir Reşad dergisi çevresinde; Eşref Edip Fergan, Manastırlı İsmail Hakkı, Akif, A.Hamdi Akseki, Baban zade,

Volkan Gazetesi etrafında; Said Kürdi, Derviş Vahdeti, Filibeli A.Hilmi,

İslam mecmuası vb. çeşitli gazetelerde yazıları çıkan Elmalılı H.Yazır, Said Halim Paşa, Mustafa Sabri Efendi.

Halim Sabit, Ömer Ferit Kam, Şemsettin Günaltay,

Kelimeyi Tayyibe gazetesi sahibi Ebul-ula Mardin gibi şahsiyetler var.

SIRATI MÜSTAKİM DERGİSİ TARİHİ

Haftalık fikir ve siyaset dergisi Eşref Edip ve Ebul-Ula tarafından 1908 tarihinde çıkarılmaya başlanmıştır. 183.sayıdan itibaren Sebilürreşat ismini almıştır. İttihat Terakki tarafından defalarca kapatılmış, en son 1925 Şeyh Sait kıyamı bahanesi ile süresiz kapatılmıştır.1948 yılnda yeni harflerler tekrar yayına girmiş. Ve 1965 yılına kadar yayınına devam etmiştir. Yazı ailesi Manastırlı İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Akif, Eşref Edip, Tahir Mevlevi, M.şemsettin, Kamil miras, Hasan Basri çantay, Ömer Rıza Doğrul gibi seçkin kalemlerden oluşmuştur.

Ortak kalıpları; Kuran değişmez anayasa, meşveret konusu yani danışarak siyaset etme ilkesidir. İslamda parlementer sistem Batıda olduğu gibi çeşitli kat ve sınıfların temsil edildiği bir meclis değil, bilakis gerçeğin araştırıldığı bir danışma organıdır. Ve bu danışmanlar toplumda yer edinmiş, islami ilimleri bilen aydınlar olmalıydı. Temsili bir meclis olarak bugün İran Meclisi buna bir örnek olarak verilebilir.

Ana fikir: İslam dini felsefe ve müspet bilim aleyhtarı değildir, bunlar Müslümanlar tarafından iyi öğrenilmelidir. Ve geniş bir eğitim reformuna ihtiyaç vardır, uygulamaya geçilmelidir. En önemlisi İslam devletleri Batı ile olan rövanşlarından önce kendi kendilerine yetecek güce kavuşmalıydı.

Tespitler; İslam’ın ve Osm. İmp.’nun gerilemesinin sebepleri müslümanların ataletinden kaynaklanıyordu. Din mânii terakki değildir. Toplumun kurtuluşunun tek reçetesi taklitçilik değil, öze dönüş- İslamlaşmadır. Batının ahlakını, yaşayışını ve tefekkürünü almaya taraftar olan Batıcıları, fikren ve dinen dalalette sayıyorlardı. S.Reşat çevresi, ictihat kapısının yeniden açılması taraftarıydılar.

İslamcılık Nedir: Din olarak kendilerine İslamiyeti referans alan ve kendilerini belirgin olarak “Müslüman” kimlikleriyle ortaya koyan toplulukların, bu hayat görüşünü dünyaya hakim kılmak için çeşitli alanlarda göstermiş oldukları gayret ve alışmanın adıdır.(Ali Bulaç)

İslam'ın geleneksel kalıplardan kurtarılıp, asli kimliğine kavuşturulması ve yeniden hayata, topluma hâkim kılınması için verilen mücadelenin, ihya- ıslah hareketlerinin bütünüdür.

Said Halim Paşa: İslamlaşmak demek; İslamın itikat, ahlaki ve toplumsal naslarını ve siyaset sistemini daima zaman ve yerin ihtiyacına göre en güzel şekilde tefsir etme, bunlara uymadır, der. Batıda olan demokrasinin alası İslami nasslarla bir ölçüye oturtulmuştur. Parlamenter sistem için “Onların işi, aralarında danışma iledir.” Ayetini delil olarak getirir. Daha iyiyi –adaleti- nasıl sağlarız, ölçüsü vardır. İslamda körü körüne hükümdara itaat diye bir prensip yoktur.

Batının tekniğini alıp, müslüman kültürü saklama-tutma anlayışına sahip İslamcılar; S.Halim Paşa, Ömer Rıza Doğrul, M.Şemsettin Günaltay vb.dir.

İttihadı İslam için Türklük ve kavmiyyet davası en büyük engeldir. Bu sözler, “İslamda Kavmiyyet Davası Yoktur” kitabını yazan B.ahmet Naime’e aittir.

Dinde tecdidin gereksiz olduğunu savunan ulema da vardı; Mustafa Sabri Efendi gibiler.

1909’da İttihadi Muhammedi cemiyeti etrafında toplanan bu kesim Hadis ehli veya geleneksel kesimin savunucularıydılar. Volkan Gazetesi etrafında kümelenmişlerdi.

Prens Sabahattin: Önceleri İ.Terakki ile beraber olan bu şahsiyet daha sonra fikri anlaşmazlık nedeniyle yollarını ayırdı. Onda Osmanlının kurtulma reçetesi şuydu: Herşeyin devlete bağlı olarak, devletin izniyle ya da devletin baskısıyla yapıldığı bir ülkede kişilerin kişisel yeteneklerini göstermesi mümkün değildir. Yapılması gereken, Türkleri memuriyet sıkıntısından kurtarmak, kabiliyetlerinin gelişmesini sağlamak, İmp.luk içindeki alt-din ve kültür guruplarına kendi kimliklerini geliştirecek siyasi imkanları tanımaktı.Liberal anlayışı savunan biriydi.böylece dağılma önlenecek, kalkınma hedef olacaktı. Bu ancak bürokratik idareye son vermekle sağlanabilirdi.

Türkçüler; Osmanlı milletinin esasını Türklerin teşkil ettiğini, devleti onların kurduğunu ve koruduğunu, fakat buna karşılık gereken alakayı göremeyerek ihmal edildiklerini, küçümsendiklerini iddia ediyorlardı. Her ulusun kendi ulus devletini kurup, siyasi ve askeri bağımsızlığını savunuyorlardı. Bunların üzerinde daha çok, Rusya idaresindeki Türk diyarlarından gelmiş fikir ve hareket adamlarının tesirleri görülüyordu. Gaspıralı İsmail vb. gibi.

Bunlar “Din bağı ve dini hislerle toplulukların harekete gelmeyeceğini, artık insanları idare eden hissin ırk duygusu ve sevgisi olduğunu” ileri sürüyorlardı. Ahmet, Mehmet olan isimler yerine Kaya, Cengiz, Demir vb. isimleri tercih ediyor, “Ergenekon Bayramı” diye millete yabancı gelen günler ihdas ediliyordu.

Türkçüler de kendi arasında ikiye ayrılıyordu. Batıcılar, kanunlarından balosuna, içkisine ve şapkasına kadar, Avrupa’ya taraftar olduklarını ve İslamiyet’i terk etmek gerektiğini açıkça yazmakta idiler. Bunların bir kısmının, din gibi milliyetle de ilgileri yoktu.

Türkçülerin ileri gelenlerinden ve Türk Ocağı kurucusu Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu önceleri Sıratı Müstakim ve SebilürReşat’ta yazı yazmakta idiler. Balkanların kaynaması, Arnavutluk gibi toplumların isyan çıkarmaları ve ayrılık istemleri vb. nedenler ileri sürerek “dinin bağlayıcılığının “ yeterli gelmediğini artık ırka dayalı, ırk esaslı fikirler yazmaya- savunmaya başladılar. S.Müstakim mensupları bunu tasvip etmeyince ayrılıp başka gazetelerde fikirlerini beyan ettiler.

1917 yılında “Yeni Mecmua” ve Ziya Gökalp, H.Suphi Tanrı över vb. etrafında toplanmış olan Türkçülerin, “Büyük adamlarımızı tebcil (saygı-hürmet) edelim” diyerek Tevfik Fikret gibi din ve ümmet fikirlerine aleyhtar bir dinsizi göklere çıkarmaları, gelinen son noktayı gösterir..

Not:. Ömrünün uzunca bir çağında dindar, sofu ve hatta Akif’le arkadaşlığı olmasına rağmen, daha sonra dinsiz olması böyle izah edilebilir

Ahmet Ağaoğlu: Türkçülüğün önde gelen adlarından, Azerbaycan doğumlu. 1911’de Türkçülük akımını savunan Türk Yurdu Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Türk Yurdu adlı gazetede yazılar yazar. Türkçülük ve Batılılaşma akımlarını savunan kitapları ve yazılarıyla tanınan yazar 1939’da öldü.

Gökalp; "Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak "sloganıyla; Türk yaşamından esinlenmeye, İslam kurallarıyla ibadet etmeye ve çağdaş Avrupa uygarlığını benimsemeye tekabül eden;

Türk ulusuna, Müslüman ümmete ve Batı uygarlığına dâhil olmayı sistemleştirmeye çalışmıştır.

Yine bu düşünceye karşı mücadele de Sebilür Reşad Dergisi çevrelerinden gelmiştir.

Ahmed Naim bir yazısında Türk-İslamcılara şöyle sesleniyor: "Ey Türkçü-İslamcı kardeşler, işte görüyorsunuz ki, ne kadar iyi niyetle çalışsanız da Hak tarafından yasaklanmış olan yollardan maksada nail olmak mümkün değildir... İçinizde üç vatan sahibi olmak isteyenler de varmış..

"Çatal kazık yere girmez" derler."

Diğer Türkçüler ise, hem dindar, hem Türkçü olmanın yolunu aramaktaydılar. Ahmet Naim Bey “İslam Irkçılığı Menetmiştir” kitabını bu ikinci kesim için kaleme almıştır. Risalesi dikkate şayan bir çalışmadır.

Batıcılık:

Kaynağını Tanzimat ve hatta ondan önceki ıs­lahat hareketlerinden alır. Batının sosyal, siyasi, ekonomik ve felsefi görüşlerinin ifade ettiği bir dev­let anlayışını benimser.

Bu görüşe sahip kişiler, devletin ancak batılıla­şarak kurtulabileceğini savunmaktadırlar. Yalnız si­yasi alanda değil, sosyal, hukuki ve ekonomik alan­da da değişikliklerin olmasını istemişlerdir. Bundan dolayı meşrutiyetleri yeterli görmemişlerdir.

ilk olarak askeri alanda başlayan batılılaşma hareketi, daha sonraları devlet ve toplum hayatında da etkili oldu.

l. Meşrutiyete kadar süregelen batılılaşma ha­reketlerinin önderleri ya padişahlar ya da onların destekledikleri sadrazamlardır, l. Meşrutiyetten son­ra batılılaşmanın önderleri yönetim kadrosunun dı­şında bulunan Jön Türklerdir.

Batıcılık ikinci Meşrutiyet döneminde bir dü­şünce akımı hâlini aldı. Bu düşünceyi savunanlar çıkardıkları dergilerde görüşlerini yaymaya çalıştı­lar. Batının üstünlüğünün bilime dayalı olduğunu ve ona karşı gelmenin doğru olmadığını açıkladı­lar. Onlar, tek kadınla evliliği, kadın haklarını, batılı bir medenî kanunun kabulünü, şeriat mahkemeleri yerine laîk mahkemelerin kurulmasını, Lâtin harfle­rinin kabulünü, tekke ve zaviyeler ile bütün medre­selerin kapatılmasını, fesin kaldırılıp başka bir baş­lığın benimsenmesini, millî bir ekonominin kurulma­sını savunuyorlardı.

Batıcılar arasında görüş ayrılıkları vardı. Batıcıların bir bölümü Avrupa'dan her şeyi al­maya gerek yoktur, batılıların teknolojisi alın­malı fakat kültürü alınmamalı görüşündeydi. Di­ğer bir bölümü ise tek bir medeniyet vardır o da batı medeniyetidir, gülü ve dikeni ile alınmalıdır diyordu.

1.Dünya Savaşı:

28 haziran 1914 Avusturya arşidükü Ferdinand ve eşinin Saraybosna’da bir Sırp tarafından öldürülmesiyle başladı. Avusturya-Macaristan, Almanya’nın desteğini alarak Sırbistan’a savaş açtı.

Üçlü İttifak Devletleri: Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya

Üçlü İtilaf Devletleri: Rusya, İngiltere, Fransa

4 ay sonra Osmanlı, İttihatçı genelkurmay başkanı Enver Paşanın emriyle Almanya’nın yanında yer aldı. Savaş 4,5 yıl sürdü. 30 Ekim1918 Osmanlı Mondros mütarekesini imzaladı. Enver ve diğer İttihatçı paşalar yurtdışına kaçtı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Yönetimi

Osmanlı Devleti’nin son dönemi olarak nitelendirdiğimiz “1908-1918 Döneminde” üzerinde durulması gereken siyasal kuruluşlardan en önemlisi, daha sonra bir siyasî parti niteliği kazanacak olan “İttihat ve Terakki Cemiyeti”dir. Bu cemiyet, l908-1918 yılları arasında on yıla yakın bir süre Türk siyasi hayatını yönlendirmiş ve damgasını vurmuştur.

Sonradan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alacak olan bu cemiyet, 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur. Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askeri Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo), İshak Sukuti, Mehmet Reşit ve Abdullah Cevdet, ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir.

İttihatçılar ülkede yeniden “Meşrutiyet Yönetimi” kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e ve yönetimine karşı mücadeleyi temel amaç olarak belirlemişlerdi.

Kuruluşundan sonra bir süre sessiz kalan cemiyet, daha sonra Askeri Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye ve Bahriye gibi okullarda hızla örgütlenmiştir.

Subaylar arasında, askerî ve sivil yüksekokullarda, medreseler ve hatta tekkelerde taraftarlarını artıran cemiyet, üyeleri kanalıyla da çeşitli illerde örgütlenmiştir

Yurt dışına kaçan cemiyet üyeleri burada da kendilerinden önce Avrupa’ya gelmiş olan “Genç Türk (Jön Türk)”lerle ilişkiye girmişler ve bulundukları yerlerde örgütlenmeye çalışmışlardır

Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş ayrılıkları cemiyeti ikiye bölmüştür. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurmuşlar ve Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başlamışlardır.

Sultan II. Abdülhamit yönetimine karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askerî bir temele de dayandırmıştır. Abdülhamit’in baskıcı yönetimini sona erdirmek amacıyla bazı genç subaylar genel bir ayaklanma çıkarılmasını istemekteydiler. Bu amaçla Kolağası Niyazi Bey Resne’de emrindeki kuvvetlerle dağa çıkmış, daha sonra da Enver Bey Tikveş’te, Eyüb Sabri Bey Ohri’de, Selahattin ve Hasan Tosun Bey’ler Arnavutluk’ta aynı şekilde “Hürriyet Taburları” kurarak dağa çıkmışlardır.

Cemiyet, saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın hemen yürürlüğe konulması ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını istemiştir. Ayrıca şayet milletin bu isteklerini kabul etmeyecek olursa, tahtından indirileceği Sultan II. Abdülhamit’e bildirilmiştir. Nitekim 23 Temmuz l908’de Manastır’da ve Selanik’te Meşrutiyet resmen ilân edilmiştir. Bütün bu gelişmeler üzerine Sultan II. Abdülhamit, yayınladığı bir bildiriyle Osmanlı Devleti’nde anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ve meşrutiyeti ilân ettiğini açıklamıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (Partisi) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı, gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştır. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen isimler “Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa”lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön plâna çıkmışlardır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemek için “Osmanlıcılık veya Pan-Osmanizm” düşüncesini “İttihad-ı Anasır” (Unsurların Birliği) şekliyle benimsemiş Bu nedenle; cemiyet-parti bünyesine Türklerin yanında Araplar, Arnavutlar gibi Türk olmayan Müslümanları ve Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi gayri müslimleri almışlardır. Arnavutlar ve bilahare Araplar gibi Türk olmayan Müslümanların her yönden Osmanlı Devleti’ne karşı ihanet, isyan ve ayaklanmaları üzerine bu düşüncelerini terk etmişlerdir. Savundukları “Osmanlılık” ve “İslâmcılık” fikirlerinden uzaklaşarak “Türkçülüğü” ön plana çıkarmalarına yol açmıştır. Bu nedenle İttihatçılar, Türkçülük fikrini parti programlarına almışlar ve 1913-1918 yılları arasında iç ve dış politikalarında adeta bir devlet politikası olarak uygulamışlardır.

Osmanlı Devleti’nde ikinci defa Meşrutiyeti kazandırmakla ve Türk siyasî hayatına çok partili hayatı getirmekle övünmüş olan İttihatçılar, kendi elleriyle kurdukları çok partili hayatı yine kendi elleriyle katletmişlerdir. Mutlak iktidarları döneminde siyasî rakiplerine ve diğer siyasal partilere hayat hakkı vermemişlerdir. Bu dönemde bazı siyasî partiler kapatılmış veya faaliyetleri yasaklanmış, birçok siyasî muhalifleri tutuklanmış ve sürgünlere yollanmıştır.

İTTİHAT TERAKKİ VE DERİN FEDAİLERİ:

Sonradan “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alacak olan bu cemiyet, 1889 yılının Mayıs ayında “İttihad-ı Osmanî” adıyla İstanbul’da kurulmuştur. Bu gizli cemiyetin ilk kurucuları, Askeri Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo), İshak Sukuti, Mehmet Reşit ve Abdullah Cevdet, ve Hüseyin Zade Ali Bey’dir.

İttihatçılar ülkede yeniden “Meşrutiyet Yönetimi” kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e ve yönetimine karşı mücadeleyi temel amaç olarak belirlemişlerdi.

7 Nisan 1909'da, bir başka deyişle "31 Mart Vakası"nın arifesinde "İttihat ve Terakki Cemiyeti"nin "derin devlet" anlayışına kurban verilen "Serbesti" gazetesinin yazı işleri müdürü ve başyazarı Hasan Fehmi... İttihat Terakki yönetimi, iki yıl içinde iki gazetecinin daha ölümünden sorumlu olacaktır. Biri "Seda-yı Millet" gazetesinde yönetimi eleştirmenin yanında yolsuzluklarını da belgeleyen genç gazeteci Ahmet Samim ki 9 Haziran 1910 Perşembe gecesi, arkasından açılan bir tabanca mermisine kurban gidecektir. Öteki de 10 Temmuz 1911 evi önünde kurşunlanan "Mizan" ve "Serbesti"gazetesinde yönetimi eleştiren başyazılara imzasını atan Zeki Bey...

31 Mart Vakası ile başlayan zorba, darbeci gelenek günümüze kadar varlığını sürdürecektir.

a) 31 Mart vakası

b) Kanlı Babıali baskını

c) İstiklal Mahkemeleri ; Şeyh Sait Kıyamı mazereti ve yapılanlar:

Devrim Kanunları: 1 Kasım 1922 Saltanat kalktı T.b.m.m. tarafından A.Macit halifeliğe getirildi. 1923 Cumhuriyet. 1924 halifelik kalktı, Abdülmecit yurtdışına çıkarıldı. Tevhidi Tedrisat (eğitim birliği) ile medrese yasaklandı. Şeri Mahkeme kaldırıldı. 1925 Tarikatlar yasaklandı.1926 Medeni Hukuk kabulü,kılık kıyafet devrimi. 1928 Yasada var olan “Devletin dini dini-İslam’dır” ibaresi kalktı. Latin alfabeye geçildi.

d) Menemen olayı bahanesi,

e) 27 Mayıs Darbesi; Menderesin idamı

f) 12 Mart Muhtırası

g) 12 Eylül Darbesi

h) 28 Şubat ve en son 27 Nisan Muhtırası İttihatçı kafanın son hareketidir. Ortalama 10 yılda bir darbe yapma ihtiyacı hissederler.

"Bir ümmetten bir Millet" çıkarılmalıydı. Bunda çok kısa sürede başarılı olundu. Lozan'ın imzalanmasıyla Türk Milleti sipariş üzerine icat edildi. Artık Anadolu'da yaşayan birçok ırk yeni bir millet olmuştu. O da Türk Milleti idi. Bu batının o kadar hoşuna gitmişti ki Kurucu iradeye bunu halka benimsetmelerine karşılık hiçbir zorluk çıkarılmadan Anadolu'dan çıkma sözünü verdirmişti. Kurucu irade millet kavramını kabul etmenin yanında İslamcılık kendi deyimleriyle irticanın başının ezileceğine karşılık tek kurşun sıkmadan tek çatışma olmadan İngilizler, İtalyanlar ve diğerleri Anadolu'dan tıpış tıpış gidiyorlardı. Ama bir söz almışlardı o da İslamiyet’in bu topraklarda hakim olamayacağı sözüydü. (Hamza Türkmen)

Ali Çetin kaya: İstiklal Mahkemesinin meşhur 3 Âlisinden biri. T.B.M.M ne Afyon vekili olarak girdi. 1925’te, mecliste tartıştığı Ardahan vekili Halit Paşayı vurarak öldürdü. Bir süre sonra i.Mahkemeleri başkanlığına getirildi. 1926’da İzmir suikastına karışanlar adı altında bir sürü muhalif kişiyi yargıladı, idam kararı verdi. 1949’da öldü.

Ali Saip: 1920’de açılan meclise Urfa vekili olarak girdi. 1931-1935’te tekrar vekillik yaptı.1926’da Doğu İstiklal Mahkemesi başkanı oldu. 1939’da öldü.

CHP Cumhuriyet Halk Fırkası:

İlk siyasi parti olan CHP 11 Eylül 1923 kuruldu.1931 parti programı altı ok ilkesi benimsendi. Atatürk ün ölümünden sonra yerine geçen Cumhurbaşkanı İnönü, CHP’nin değişmez genel başkanı ve “Milli Şef” ilan edildi 1938. baskıcı ve dikta bir yönetim uyguladı. 1946’da Parti içinde muhalif bir hareket ayrıldı DP olarak kendini ilan etti. 1950 de iktidara geldi. İktidarda on yıl kaldı. 1960 Askeri darbe ile tekrar başa gelen İnönü, başkanlığında 1961-65 koalisyon hükümetini yürüttü. 1972 de istifa eden İnönü yerine Bülent Ecevit başkan seçildi.

BABANZADE AHMET NAİM

(Kendisi aslen Kürttür.1908 itibari ile birçok mektepte eğitimci olarak görev aldı. Bir ara Darülfünun’da rektörlük yaptı. 1919’da Ayan Meclisine (senato) girdi. Daha sonra müderrisliğe devam etti.1933 üniversite devriminde emekliye sevk edildi.1934’te vefat etti. Akif’in en çok sevdiği, kendine yakın gördüğü arkadaşıydı. Kuran Meali yazma işini Akif’in üstlenmesi biraz da onun sıkıştırması ve ricası üzerine olmuştu.

Dışişlerinde 10 yıl görev yaptıktan sonra 1914 yılndan itibaren İst. Darülfünun Edebiyat Fak.’e Felsefe profesörü olarak atanmıştır.Arap ve Fransız dillerini iyi bilen bir felsefe alimi idi. Ona göre her şey ya nass idi ya da hiçbir şey…

Avrupa düşüncesini İslam düşüncesi ile karşılaştırma imkanı bulmuş ender şahsiyetlerden biridi. Said Halim Paşa ile yakınlığı buradan gelmektedir. Paşa ile Çok yakın doslukları vardır.Batı uygarlığına karşı temkinlidir. Batı batıdır, doğu doğudur. Avrupanını ilim ve fennini sevmeli, adeta ona meftun olmalı fakat bu sevgi bizi bize unutturmamalı, kültür ve değerlerimizi gözümüzde küçültmemelidir.

Üniversite hocalığı yaptığı sıralarda akşamüzeri Beyazıt cami yanında olan “küllük” kahvede arkadaşlarıyla beraber ilmi sohbetler yapardı. Akif ile tanışması bu ortamda olmuştur. Gazete haberlerinin yazamadığı siyasi haberler burada tartışılır, yorumlanırdı. Akif ile abi kardeş ilişkileri vardı. Akif ona “Hacı Baba” derdi. Dinde, politikada, edebiyatta etkilendiği şahıslardan biridir. Sonraları Ölüm haberini alacak olan Akif’in dünyası yıkılacaktı. Ağustos 1934 pazartesi öğle namazını kıldığı ikinci rekatta ruhunu teslim etmiştir. Secde şiirini daha ölmeden önce Akif ona ithaf etmişti. 63 yaşında vefa etmiştir. Akif’te o yaşta vefat etmiş, aynı yere yan yana gömülmüşlerdir.

İkisi de Abdülhamit yönetimini istibdat olarak görmüş, karşı çıkmışlardır. İttihat Terakkiden beraber ayrılmışlardır.

Sözünü sakınmaz biriydi, kimseden çekinmezdi. Bir gün üniversitede ziya Gökalp ile ümmet ve millet tabirleri üzerine tartışırken doçentin biri söze karışır:siz bizimle hiç tartışmazsınız, “benim dinim ayrı, sizin dininiz ayrı” der, geçersiniz. Bakınız ziya beyle nasıl tartışıyorsunuz? Şöyle cevap verir: siz düşünmeden, modadır diye dinsiz olmuşsunuz, ziya bey bilerek okuyarak, ayet ve hadislerin manasını değiştirerek dinsiz olmuş. Aranızda fark var, der. Bu tipler hakkında şöyle dediği nakledilir: okuduğum Fransızca kitapların yazarları sizden iyidir. çünkü “ehli kitaptırlar” der.

Felsefeci Macit Gökberk ve Niyazi Berkes gibi pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Felsefe derslerinde Elmalının “Metalib ve Mezahib” ini okutuyordu. Üniversite rektörü olduğu sırada karma eğitime geçilmek istenmesine karşı çıkarak istifa etmiştir. “uygulamaya izin veremem, dinime aykırıdır, demiştir. Sonraları Atatürkün üniversitelere ziyaretinde herkes bir yerlere gizlenirken onun hiçbir şey yokmuş gibi etrafta dolaşması takdir uyandırmıştır.

Yakın dostu Elmalılı, ölüm haberini aldığında ağlar ve: her ne zaman bir kelimede tereddüde düşsem ona sorar şüphemi giderirdim. Tercümede benim için danışılacak yegane alim Ahmet naim’dir, demiştir. 35 yıl hocalık yapmış, ¾ bin öğrenci yetiştirmiş bir alim. Cenazesinde ne üniversiteden ne büyük mekteplerden ne vilayetten ne halkevlerinden resmen kimsecikler yoktu.

İslam Ahlakının Esasları ve İslamda Davayı kavmiyet adlı eserleri alanlarında geniş yankılar uyandırmıştır. İslam dinine yönelik saldırı ve eleştirilere karşı Sebilürreşat’ta yazdığı makaleler birer ilmi referans niteliğindedir. İslam toplumunda ortaya çıkan sorunların çözümünün Kuran ve sünnette aranması gerektiğini savunmuştur.

Arapça dili gibi Hadis ilimlerini de kendi çabaları ile öğrenmiştir. Sebilürreşatın yeni çıktığı dönemde dergiye bir mektup yollamış: fikren ve hissen ölmüş bulunan ümmetin yeniden dirilmesinde Hadis ve Sünnetin öneminden söz etmiş, derginin bu konudaki yayınlara ağırlık vermesi gerektiğini tavsiye etmiş. Tefsir ve hadiste derinliğine bilgim olmamasına rağmen yardım isterlerse elinden geleni yapacağını bildirmiş. Bu teklifi kaçırmayan dergi yönetimi hemen kendisini kadroya almıştır. Naim’in ilk hadis tercümeleri Dergide yayınlanır. Hadis ilimleri ile tanışması böyle başlar. Aslında bir felsefe hocası olan A.Naim’in bu uğraşı daha sonraları onun Bir hadisçi olarak tanınmasını sağlayacaktır. Türkiye’de son yüzyılda hadis çalışmalarına getirdiği canlılık, yaptığı çalışmalar ve katkısı ortadadır.Hadisleri toplumun meselelerine çözüm getirecek şekilde yorumlamıştır.

HADİSÇİLİĞİ:

2230 hadisi ihtiva eden Buhari Tecridi Sarihe yazdığı 500 sayfalık mukaddime, hadis usülü çalışmalarında başvurulması kaçınılmaz bir eser niteliğindedir. Kitabı birebir türkçeye tercüme etmiş, yorumlarını parantez içine almış ve açıklamalarını dipnot olarak vermiştir. Arapça öğrenmek isteyenlere güzel bir kaynak oluşturmuştur. Tercümenin bir özelliği de ilk türkçe tercüme olmasıydı.sonradan yazılacak tercümelere kaynak olmuştur.

Hadis rivayetlerini değerlendirmede göz önünde tutulması gereken önemli noktanın Şari’nin maksadını ortaya çıkarmak olduğunu söyler. Maksat senet veya metne ağırlık vermek değildir, der.

Hadislerin sıhhatinde ne sadece metinle ne de senetle yetinmemek gerektiği ilkesini benimsemiştir. Ravilerin doğruluklarının rivayetin doğruluğuna yeterli bir delil olamayacağı, mananın da sıhhatine bakmak gerektiği inancındadır.

Muhaddis ve Fakih ayırımını vurgular, tanımlar. Metin tenkidinin muhaddis tarafından değil fakih tarafından yapılması gerektiğini savunur. “bir haberi tebellüğ eden niceleri vardır ki haberi işitenden daha agahtırlar” hadisini delil olarak getirir.

Dini rivayetlerin güvenilirliği ve onlarla amel edebilme hakkında alimlerin üç görüşte olduklarını söyler:

1- bir gurup senede ağırlık vermiştir. Bunun sonucunda bazen çok zayıf hadisleri kabul edebildiklerini söylemiştir.

2- Senede bakmayıp Hadisin metnini önemli görenler. Mutezile ve bazı kelam fırkalarının, mezheplerine uymayan hadisleri, senedleri çok sağlam olsa bile akla uygun değildir deyip reddettiklerini, mezheplerine uyan hadisleri ise zayıf bile olsa peygambere nispet etmekte bir beis görmezler.

3- Bir de senedi ve metmi tek başına esas almadan Şari’in maksadını her iki yönden araştıran guruptur. Hakka tabi olmayı tercih edenlerin takip ettikleri yoldur bu.Benim de tercihim bu usüldür.

Ahmet Naim ilk hadis tercümelerini S.Müstakim, Kelime i Tayyibe, S.Reşat dergilerinde yayınladı. Tercüme ettiği ilk hadisler İslam kardeşliğiyle ve ırkçılığın yasaklanmasıyla ilgilidir. Bu dergilerdeki hadis tercümeleri dergilerin kapandığı 1925’e kadar devam etmiştir.

Darul fünunda hocalığı 1933 yılna kadar sürecektir. Darül fünunlar inklaplara bitaraf kaldığı için! lağvedilince o ve onun gibi 82 ilim adamı açıkta bırakılmıştır. A.naim, M.Köprülü fuat, Ahmet Ağaoğlu, Ferit kam, İsmail hakkı Baltacıoğlu vb. Gibiler. Yeni açılan üniversitelerin önemli vasfı millilik ve inklapçı oluşlarıydı.

DİNİ ISLAH PROJESİ:

1928 yılında yayınlanan ama uygulama fırsatı bulamamış projeye göre, bilime ve milli hayata uygun bir din reformu hayata geçirilmek isteniyordu. Projede şunlar vardı: Camilere sıralar yerleştirilecek, elbiselikler konacak, ayakkabı ile girilecek, müzik altleri konacak, ibadet dili tamamen türkçeleştirilecekti. Komisyonda bulunan Ahmet Naim ve Ferit kam Beyannameye imza atmayarak çekildiklerini belirttiler.

İSLAMCILIK DÜŞÜNCESİNDEKİ YERİ

İslamı, bir bütün olarak hayata hakim kılmak amacını güden İslamcılık akımı Mısır’da Cemaleddin Afgani (1839-1897), öğrencisi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmet Han (1817-1898), Seyyid Emir Ali (-1928), Türkiye’de Sıratı Müstakim-Sebilürreşat, Beyanul Hak, İslam Mecmuası ve volkan gibi dergilerin etrafında toplanan kişilerin öncülüğünde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. 1870 yılndan itibaren Osmanlının hakim siyasi görüşü olan İslamcılık II.Meşrutiyetin ilanı ile bir fikir akımı haline gelmiştir. Selefi bir tevhid anlayışını benimsemek, taklitle mücadele etmek, eğitim ve öğretimi ıslah edip cehaleti ortadan kaldırmak, tevhidi anlayışı savunmaya engel olan, hurafe ve batılı içinde barındıran tasavvuf ve tarikatların ıslahı gibi fikri hedeflerle yola çıkmışlardır. Ahmet Naim medrese dışında yetişmiş olmasına rağmen problemlerin çözümünü Kuran ve Sünnete dönüşte aramıştır. Hadis ile ilgilenmesi bu düşüncesinin bir sonucudur.

“Genel çizgileriyle islam” adındali kitabında, Avrupa’da ortaya çıkan din ve dünya işlerini ayırmak prensibi olan Laikliğin kesinlikle İslama uymadığını yazar. İttihadı İslam projesinin yılmaz savunucusudur. “İslamda Davayı Kavmiyyet” adlı eserinde Milliyetçiliğin Batıcılık gibi İslam birliğini bozan Kanser mikrobu olduğunu yazar. Ona ırkçılık dinsizlikten daha tehlikelidir. Irkçılık hakkında yazdığı eserlerinde adlarını yazmadığı, eleştirdiği üç isim vardır: Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akçura.

Eleştirileri yerindedir.Tehlikeyi daha o zamanlar farketmiştir. Sonraki yıllarda İslamcılığın Sağ-Muhafazakar kanatta yer almalarının müsebbibi zatlar bunlar olacaktır. Sağcı görüşün fikir babalarıdır bu zatlar.

Komünist görüşe sahip solcu öğrencisi Niyazi berkes onu şöyle tarif eder: Irkçılığa ve hurafeciliğe karşı o kadar hassastır ki tarihi şahsiyetlerin mezar ve türbelerine hürmet edilmesini bile İslama aykırı bulmuştur. Bkz N.Berkes; Atatürk ve devrimler kitabı.

“Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır”. Ha Batı olmuş ha Başka yer farketmez, der. Kuran ve sünnet çerçevesinde. Şöyle der: Avrupa’da dini devletten ayırmaya sebep olmuş bir çok sosyal sebep ve etkiler vardır. Sınıflaşmanın varlığı, Kilisenin varlığı, kilise teşkilatına ait olan ruhbanların suistimalleri, milletin sırtına yüklenen zülüm gibi. Dolayısıyla Hiristiyanlardaki “Allah’a ait olanı Allah’a, Kayser’e ait olanı Kayser’e ver” düsturunun bizde tatbik yeri yoktur.

Akif’in yazdığı “İstiklal marşı” na sevinememiş; Biz kimlerin eline düştüğümüzü biliyoruz, diyerek Cumhuriyeti kutan kadro hakkındaki hislerini dile getirmiştir. Devrimin önde olan simgelerinden olan şapkayı takmaz, sınıfta başına Siyah takke koyardı.

Mehmet Akif Ersoy (1873-1936)

Mektep ve medreselerde öğretmenlik yaptı. 25 Ağustos 1918 tarihinde kurulan Darü'l-Hikmeti'l-İslami’ye Cemiyetinin başkatipliğine atandı.Bu cemiyet, bir tür İslam Akademisi mahiyetinde idi. Üyeleri arasında, Bediüzzaman Said Nursi, Ahmet Cevdet, Hafız İsmail Hakkı, Muhammed Hamdi gibi, dönemin meşhur ilim ve fikir adamları yer aldı. Cemiyetin gayesi; Osmanlı ve İslam Âleminde ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve İslam'a yapılan hücum ve saldırılara cevap vermekti. Üyelerden birisi de Eşref Edip'tir. 1952 yılında kaleme aldığı makalesinde, "Üstatla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar her gün idarehaneye gelir; Akifler, Naimler, Feridler, İzmirlilerle birlikte tatlı tatlı konuşmalarda bulunurduk. İkinci Meşrutiyet Akif'in hayatında bir dönüm teşkil etmektedir. 1908 tarihinden itibaren şiirlerini Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlamaya başladı. Mondros Mütarekesi'nden (1918) sonra Balıkesir'e giderek, Milli Mücadeleyi teşvik edici hitabelerde bulundu. TBMM’ne Burdur mebusu olarak katıldı. Ankara'da Taceddin Dergâhında çalıştı. İstiklal Marşını yazdı. Meclisin taahhüt ettiği 500 lirayı orduya hediye ederek almadı. 1923'te Mısır'a gitti. Hastalanınca İstanbul'a döndü ve 27 Aralık 1936 Pazar akşamı, altmış üç yaşında hayata gözlerini yumdu.

İSLAMIN YENİLİKÇİLERİ -İ.Eliaçık-MEHMET AKİF ERSOY (1873-936)

Akif bir taraftan ülkeyi yabancılaştırmanın eşiğine getiren "kör Batıcıları" diğer yandan da hala geçmişte yaşayıp bir türlü günümüze gelemeyan (kör Gelenekçileri) gelinen noktadan sorumlu tutmuştur.

Asım'ın nesli diyerek sembolleştirdiği İslamcı kuşaklara öneri ve nasihatleri hangi kimliğe,

düşünceye sahip olduğunu gösterir.

Akif, tabiri caizse safkan, katıksız br "ümmetçi" olmasına rağmen, hep "milli şairimiz" diye anıldı!

İslamcı görüşe sahip olan Akif'i islamcılar da doğru dürüst anlayamadı. Kimimiz ulus devletin şairi zokasını yutarak görmemezlikten geldik.çünkü onun islamcı görüşlerini bugünün diliyle söylersek, "akılcı, modernist, mutezili, Efgani_Abduhçu ! vs." damgası yiyebilirdik.

Akif 63 yıllık ömrünü dünya tarihinin yüzyıl değiştirdiği, savaşlarla altüst olduğu bir döneminde geçirdi. Efgani, M.Carullah, Abduh,M.İkbal,H.Elbenna vb. gibilerle çağdaştı.

Şiirlerinde, İslam ümmetine "Uyan,uyan ey ümmeti merhume,sabah oldu!" diye bas bas bağırır.

Akif'e göre yaşadığı çağın durumu şöyledir:

ŞARK

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garbın kanlı kâbûsu,*Asırlar var ki, İslâm'ın muattal, beyni, bâz usu.

"Ne gördün, Şark'ı çok gezdin?" diyorlar: Gördüğüm; Yer yer,

Harabe iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;

Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;

Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar; Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;

Tegallübler, esaretler; tahakkümler, mezelletler; Riyalar; türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz baçlar;"Gaza" namıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;

Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..

---------------------------------------------

Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum; Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.

Mezarlar, âhiretler, yükselen karşında dûrâdûr; Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr!

Derinlerde gelir feryadı yüz binlerce âlâmın; Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslâm'ın!

Göğüsleyip hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta; Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta!

----------------------------------------------------

İlâhî! Gördüğüm âlemi insaniyetin mehdi? Bütün ümranı tarihîn bu çöllerden mi yükseldi?

Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdaniyetin yurdu? Bu kumlardan mı, Allah’ım, nebiler fışkırıp durdu?

Henüz tek berk-ı iman çakmadan cevvinde dünyanın, Bu göklerden mi, ya Rab, coştu, sağnak sağnak edyânın?

Serendib'ler şu sahiller mi? Cûdi'ler bu dağlar mı? Bu iklimin mi İbrahim’e yol gösterdi ecrâmı?

Harem'ler, Beyt-i Makdis'ler bu topraktan mı yoğruldu? Bu vâdiler mi dem tuttukça bîhûş etti Davut’u?

Hırâ’lar, Tûr-i Sînâ'lar bu âfâkın mı şehkârı? Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Rûhullâh'ın esrarı?

---------------------------------------------------

Sadece yukarıdaki şiirinde kullandığı İslami kelime ve kavramlara bakılsa bile onun nasıl bir İslami kimliğe ve duruşa sahip olduğu çıkarsaması rahatlıkla yapılır.Gördükleri karşısında vicdan azabı çekmekte, kurtuluşun yollarını aramaktadır.

** ** **

MEHMET AKİF VE İSLAM DÜŞÜNCESİ

Dört bir yandan gelen işgaller, dönemin Müslüman aydınlarını "mülkü İslamı" kurtarmak ve "yeniden

ayağa kaldırmak" derdine düşürmüştü. İslam medeniyeti açıkça bir çöküş yaşıyor ve bu durdurulamıyordu. Batı, ortaçağı geride bırakalı neredeyse 400 yıl olmuştu.

Akif; Efgani, Abduh, İkbal gibi âlim ve aydın düşünürlerle birlikte "ümmeti merhume" yi adeta

Yakasından tutup sarsma misyonunu üstlenmiştir. S.R ve S.Müstakim gibi dergilerde yayınlanan

Makaleleri onun düşünce dünyasını tanımamız açısından önemli kaynaklardır.

Önceleri mülkiye mektebine (siyasal bilgiler) sonra Baytar mektebine girer.Fransızca, arapça,Farsça öğrenir. sürekli "var olan İslam" anlayışıyla bir hesaplaşma içinde güçlü bir özeleştiri yapar. makale ve şiirlerinde toplumun içinde olan cehaleti, yanlışları, çıkmazları, sakat anlayışları vurgular. eğitimden tutun, sosyal yaşama...

Geri kalmışlığın vebalini toplumun İslam anlayışından olduğunu söyler. "İslamiyet terakkiye manii değildir." vurgusu öne çıkar. Halk kitlelerinin yaşaya geldikleri Müslümanlık, Akif"e göre Müslümanlıktan uzaktır. Hurafelerle boğulmuş din anlayışıyla cesurca bir hesaplaşma içine girdiğini görürüz. Kör gelenekçiliğe karşı çıkma,savunduğu önemli bir tezdir.

Dinleyin her birinin ruhunu: Mutlak gelecek,

"Böyle gördük dedemizden!" sesi titrek, titrek!

"Böyle gördük dedemizden!" sözü dinen merdûd;

**

Acaba saha-i tatbikî neden nâ-mahdut?

Çünkü biz bilmiyoruz dinî. Evet, bilseydik,

Çare yok gösteremezdik bu kadar sersemlik.

O, Müslümanların kurtuluşunu, dini tekrar ilk saflığına döndürmekte görmektedir:

Dinî tetkik edeceksek, dönelim haydi geri;

Alalım neşet-i İslâm'a yakın bir devri:

Vahyin toplumu yeniden inşası fikri, Akif'te yoğun bir şekilde kendisini gösterir.Din namına ne gördüyse cesurca eleştirmiş, dine hurafe sokanları "kaltabanlıkla" suçlamıştır. hurafe ve batıl kelimeleri ve bu yönde yapılan uygulamalar Akif'i çileden çıkarmakta, hurafecileri yerden yere vurmaktadır:

"Çalış "' dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!

Müslüman toplumun teslimiyetçi kaderci anlayışını yerden yere vurup eleştirmiştir. o halkın anlayışındaki Allah tasavvurunu sert bir üslupla eleştirmektedir:

"Senin bu kopkoyu, şirkin sığar mı imana?" demesi biraz da Mutezile kader anlayışını çağrıştırır.

-----------------------------------------------

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru: Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu!

Talep nasılsa, tâbi’i, netice öyle çıkar, Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimalî mi var?

"Çalış "' dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

----------------------------------------------

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!

Sohbetlerinde ve yazılarında doğru kader anlayışının anlaşılması için İslam tarihinden uzun uzun

Örnekler verir. hz.Ömer’in vebadan kaçışını anlatır. Sadi’den hikâyelerle konuyu beslerdi, sahabenin

Kader anlayışını anlatırdı.

Halkın "tevekkül" anlayışını eleştirirken yerden yere vurmaktadır:

Tevekkül; Bir işe koyulurken "Allah'a dayanma" olarak değil, tümden her şeyi "Allah'a ısmarlama"

Olarak anlayan zihniyeti çok sert şekilde eleştirir. Akif'teki bu kader ve kaza anlayışı Efgani ve

Abduh tarafından Paris'te çıkarılan Urvetul Vuska dergisinde çıkan konulu yazıların neredeyse

tıpkısını andırır.

"Allah'a dayandım!" diye sen çıkma yataktan... Ma'nâ yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!

-------------------------------------------

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha: Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha!

Vahdeti vücutçu İran ve Türk şairlerini pek sevmeyen Akif, derin bir tasavvufi heyecan

Hissedebiliyorsa da vahdeti vücutçu anlayışa sonuna kadar muhalif kalmıştır.

Kendi döneminde Islaha yönelik "Kuran'a dönüş" tezinin en büyük temsilcisiydi. Toplumun yanlış

Kuran anlayışına ve bakış tarzına da sert tepki gösterir:

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?

Lâfzı muhkem yalınız, anlaşılan, Kuran’ın:

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mananın:

Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.

İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!

--------------------------------------------

Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı.

Kuru davâ ile olmaz bu, fakat ilim ister;

"Asrın idraki" dediği şey, bu çağda insanlığın geldiği noktayı iyi kavrama, dünya sorunlarının

Neler olduğunu derinlemesine analiz etme, tıpkı 7.asırdaki dünyayı arkasına takan büyük sıçrayış

Gibi yeniden sıçrama yapmaktır. Bunu sağlayacak tek şey "çağı" ve "dini" çok iyi bilmekten

Geçmektedir. Çağı bilen dini bilmiyor, dini bilen de çağdan habersiz. İşte bu açık kapı, din

Doğrudan doğruya kurandan ilham alınarak öğrenildiği ve "çağın diliyle konuşulduğu" zaman

giderilmiş olacaktır.

İCİTİHAT KAPISI KAPALI MI AÇIK MI?

Kilitlidir kapı "ümmî duhât" için, amma (bkn.ümmi duhat: cahil dahiler)

Kıyâm-ı haşre kadar ictihâd eder "ulemâ ".

AKİF'İN MÜCTEHİTTE ARADIĞI ŞARTLAR

Kitâb'ı, Sünnet'i, İcmâ'ı sağlam anlıyacak; Hilâfı yoklıyacak ihtiyâcı kollıyacak.

Hem dini hem çağı çok iyi bilecek, fen tahsili yapacak.

MEDRESE EĞİTİMİ VE ULEMAYA BAKIŞI ELEŞTİRİSİ

Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma'nâ çıkaran,

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinîn hâlâ,

İhtiyaca tını kâbil mi telâfi? Asla.

Sayısız hâdise var ortada tatbik edecek;

MİLLLİYETÇİLİĞE BAKIŞI. O ÜMMETÇİ GÖRÜŞÜ SAHİPTİ

Onda Osmanlı merkezli bir "İslam Birliği ideali vardır.1921 yıllarında böyle bir oluşum onayını

Atatürk’ten alır ve "Anadolu İslam birliği" hazırlık kurulu toplantısını gerçekleştirir. Ne var ki

Sonraki dönemin siyasi oyun ve entrikaları nedeni ile bu hayali yarım kalır.

Hani, milliyetin İslâm idi... Kavmiyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

"Arnavutluk" ne demek? Var mı şeriatta yeri? Küfür olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arabın Türke; Lâzın Çerkese yahut Kürde; Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta "anâsır"mı olurmuş? Ne gezer! Fikri-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜĞE BAKIŞI

O, İslam ümmetini yekpare bir vücut olarak düşünür. Onda "ulus devlet" düşüncesinin esamisi bile

yoktur. Bunu yapanları kaltabanlıkla vasıflar.

Müslümanlıkta "anâsır"mı olurmuş? Ne gezer! Fikri-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın; Adı batsın onu İslâm'a sokan kaltabanın!

------------------------------------------------------------------------------------------

EFGANİ - ABDUH EKOLÜNDEN İDİ

Çıkarıp gönderelim, hâsılı, Şeyhim, yer yer, Oradan âlem-i İslâm'a Cemâleddin'ler... " diyerek

andığı Afgani’yi saray uleması "tekfir" etmiştir.

İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh gibi... Yoksa ellerde kör âlet efeler tertibi,

Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil. Diyerek andığı mısırlı âlim, büyük ıslahatçı M.Abduh

İse, bu ülkede yıllarca mason olarak yaftalanmıştı.

Hâlbuki Abduh ve Efgani, Osmanlı liderliğinde büyük İslam Birliği idealini savunuyorlardı. Bir

ara bu fikrini II. Abdülhamit’e kabul ettiren Efgani, saray uleması tarafından tasvip görmeyince ,

İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmıştı.

Efgani İstanbul'da ölmüş, Abduh ve talebesi Reşit Rıza hilafetin Osmanlılarda kalmasını ancak

Musul veya Mekke gibi bir yere taşınarak yeniden ihya ve ıslah edilmesini istemiştir. Onlar

Osmanlının İslam dünyasındaki tarihsel potansiyel nüfusunun farkındaydılar. bu koz kullanılarak

İslam toplumu ayağa kaldırılabilirdi.

Akif hayalindeki gençliğin sembolik kahramanı "Asım"a Cemaleddin ve Abduh'un fikrini

Anlatmaktadır. Buna göre Afgani "acil devrimci" Abduh ise inkılap yapacak bir gençlik

yetiştirmekten yanadır. Bir medrese kurup oradan özledikleri gençliği yetiştireceklerdir. dini ve

Çağı çok iyi bilen, müspet ilimlerle ve çağın gereklerine teçhiz edilmiş bu mücahitler oradan

İslam dünyasının dört bir yanına yayılacaklar ve ümmete yol göstereceklerdi.

Dikkat edilirse böyle bir düşünce ve hayali olan bir İslamcı şahsiyet de Üstat Bediüzzaman ın

kendisi idi. Onun da merkezi Bitlis, şubeleri Van ve Diyarbakır'da olmak üzere tüm ilimlerin bir

arada okutulacağı bir islami üniversite kurma düşüncesi vardı.

Akif'te hayalindeki Asım nesline ilk olarak tahsil yolunu göstermektedir. Özlenen gençlikte

aradığı iki haslet; fazilet ve arifettir (ilim-erdem),eğitimli ve kültürlü bir gençlik. Gençlik bu

yolla beklenen inklabı gerçekleştirecektir.

Akif'e göre bu ülkenin mahvolması 2 kesimden kaynaklanmaktadır: "üç buçuk soysuz" ve "biçare

dindaşlar" biri "ulus devlet, laikliğin vs." elde gideceğinden korkmakta diğeri "geleneğinin"

yıkılacağı vehmindedir.

*asr-ı ulum

*asrın idraki

*kurandan ilham almak

*700 yıllık eserlerle avarelik yapmak

*üç beş şerhten kuru manalar çıkarmak

*ölülerin arkasından okuyup üflemek

*Abduh gibi bir inkılap istemek

*bilgili ve erdemli bir gençlik istemek

*tahsilini Avrupa’da yapmak

* lisan bilmek tabiat bilimlerine vakıf olmak; gibi sözler ve düşüncelerle çıkıp sık sık konuşan biriyseniz size ne derlerdi acaba?

AHMET HAMDİ AKSEKİ:

1887 Antalya Akseki doğumlu, 1916_18 yıllarında vaizlik yapmış,1919_21 yıllarında eğitimde

müderrislik yapan Akseki, o günkü Diyanet İşleri komisyonunda çeşitli görevlerden sonra Diyanet

Başkanlığı yapmış ve 09 Ocak 1951 yılı vefat etmiş alimdir.

Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetine üye olduğu iddiasıyla 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı.Bu davadan 11 kişi idama mahkum edildi.

Eserleri: Reşit Rızanın (Mezheplerin Telfiki ve İslam’ın Bir Noktaya Cem'i), Asker Din

Kitabı, Köylüye Din dersleri, İtikat_İbadet, Çocuklara Din Dersleri gibi toplumun her kesimine

hitap eden eserler vermiştir.

profesör İzmirli İsmâîl Hakkının bu tercümeyi çok öven, reklâmını yapan yazısı kitabın başına konmuş ise de, sultan ikinci Abdülhamit zamanında yetişmiş olan hakîkî din adamları, bu kitabın zararlı olduğunu görerek yayılmasını önlemişlerdir.!!!!!

Yazıları; Sıratımustakim _ Sebilürreşat, Mahfel, Selamet, İslam Türk ansiklopedisi, Yeşilay gibi

dergi ve gazetelerde yayınlandı.

Osmanlının son döneminde yaşanan yenilgi ve çöküşten kurtulması için İT cemiyetinin

faaliyetlerini desteklemiş ise de içinde yer aldığı siyaset İslamcılık olmuştur.

— Müslümanların geri kalış sebeplerinden en önemlisi ahlaki çözülme ve yozlaşmadır.

— bugünkü toplum ile Asrı Saadeti karşılaştırarak İslam âleminin düştüğü bu çukurdan çıkış yolları

arar. Bozulma Kuran'dan uzaklaşma ile başlamıştır fikrine sahiptir.

— bu gibi vaazlarının çoğu Sebilürreşat'ta yayınlandı.

— İslam’ın hükümlerine gereği gibi uymamanın neticesi bu çözülmeyi ve gerilemeyi meydana getirmiştir.

— Aldırmazlık devam ederse yok oluş elzemdir. (rad 11)ayeti ile yazılarında belirtmiştir.

— Meşrutiyetin ilk yıllarında S.Reşatta muhabirlik yapmıştır.

—İslamiyet akıl dinidir. İslam terakkiye mânii değildir.

—her şeyden vazgeçeriz ama imandan vazgeçemeyiz. (Batıcılara karşı) sözü.

— Batı medeniyetini Bulgaristan'a gidip gördükten sonra bu sefalet ve ataleti nasıl kaldırabiliriz

ve İslam dünyası yeniden nasıl ayağa kalkar diye yazılar yazdı.

— bu çöküş ilim _ adaleti temin, taassup ve taklitten kaçınma ile önlenebilir.

— İslam milliyeti arasına karışan kavmiyetçilik, tarikat ve mezhep ihtilafları, ahlak ve adabın ifsat edilmesi İslam toplumlarının ilerlemesi önündeki en büyük sebepler olarak görür.

— bizde yapılması gereken ıslahatlar Avrupa ile aynı olamaz, olmamalıdır; Âlimlerimiz uyanık olmalı

Dinin maksatlarını hakkıyla anlamaya çalışmalı, taklitten vazgeçmelidir. (ümmeti islamiye nasıl salah bulabilir? s.reşat sayı 297)

— Eğitimde hem fenni hem dini ilimler olmalı, verilmeli.

— âlimlerimiz ilim ve fenni elde ettikten sonra kendileri cemiyetler teşkil ederek islam memleketlerinin her tarafında mektepler açarak yol bulmalılar ve ittihadı (islam Birliği) gerçekleştirmeliler.

— eğitim anlayışımızı değiştirmeliyiz.

— İslam evrensel ilkelere sahip tek dindir. (s.reşat. sayı 495)

İSLAM DİNİ VE BİLİNMESİ GEREKENLER

- Akıl ve nakil çatışmaz. tevil akıldan yanadır.islam bize evvela düşün sonra inan der.

- İslamda dini bir sulta yoktur.

- her zaman ve mekan üstünde tabii ve umumi bir dindir. İctihat kapısı her daim açıktır, kapanmamıştır.

-İslamda imtiyazlı sınıf yoktur.

- İslamın en mühim esası emaneti ehline verme ve adaletli olma, adaleti yeryüzünde sağlamadır.

İSTİKLAL MAHKEMELERİ MAĞDURLARI

Erzurumlu Şeyh İbrahim Hakkı Efendi: İstiklal Mahkemeleri tarafından çıkarılan idam fermanını görmeden vefat eden şeyh efendiyi rivayete göre mahkeme heyeti mezardan cesedi çıkarıp astı ve tekrar gömdü. Hazırlanan tutanak Ankara İstiklal mahkemelerine yollandı.

İskilipli Atıf Hoca:Devrim kanunlarından olan şapka kanunu çıktıktan sonra yurdun dört bir yanında bu kanuna muhalefet ettikleri için yüzlerce insan hakkında idam kararı çıkmış ve bunlar infaz edilmiştir 25 Kasım 1925. Birçok insan vatanını terketmek zorunda kalmıştır.Rıza Nur hatıralarında "Şapka giymemek için varını yoğunu satıp Suriyeye hicret edenler oldu", der.Akifinde bu yüzden Mısır a gittiğini söyler. o dönem Takriri Sükun kanununa dayanılarak bir çok gazete ve dergi kapatılmış, pek çok tanınmış gazeteci tutuklanmış ve hapsedilmiştir. :Mesela Diyarbakır İstiklal Mahkemelerine çıkarılan bazı gazeteciler şunlardı: Eşref Edip, Ahmet Emin Yalman,Velid Ebuzziya, İsmail Muştak gibiler.Seyyid Tahir efendi,Tahirül Mevlevi, Ömer Rıza Doğrul,Hasan Basri Çantay başka tarafta derdest edilip mahkemeye çıkarılanlardan bazılarıydı.

İşte bu dönemde İskilipli Hoca kanundan evvel çıkan bir kitabından -1924-dolayı mahkeme tarafından idam edilerek şehit edilmiştir 4 ŞUABAT 1926. MAhkeme heyeti tarihe 3 Aliler diye geçen kişilerdi. Ali Saip, kılıç Ali,Ali Çetinkaya tarafından. İdam edilmeden önce başına o şapkalardan biri geçirilecek ve alay edilecekti.BİR DÖNEM HALKI YANLARINA ÇEKMEK İÇİN "Yunan gavuru size şapka giydirecek" diyen kesim bugün Şapka giymeyenleri idam ediyordu. Milli şef döneminde ise ev aramaları daha genişleyecek Kuran ve Elifba dahi suç delili sayılacak ve evinde Kuran cüzü bulunduran insanlar cezalandırılacaktı. olaylar tıpkı kurtla kuzu hikayesinde olduğu gibiydi. sistem kendine muhalifleri bir bir yemeye kararlıydı.

Şeyh Esad Erbilli: 1921 ve 1924 anayasasında yer alan "Devetin dini, Dini İslam'dır" maddesi kaldırılmıştı. 6-7 yıl içinde yapılan devrim kanunları 300 yılda yapılamayan değişiklikler yapmıştı.Bu icraatlara karşı çıkacak potansiyel güç de türlü usüllerle devre dışı bırakılmıştı.Bu icraatlara karşı çıkan gücün büyük ekseriyeti zaten çok önceleri Çanakkalede, Trablusgarpta,Hicazda, Yemende, Irakta şehit düşmüştü.Kalanlar Takriri Sükun ve İstiklal Mahkemeleri tarafından devre dışı bırakılmıştı.Yüzlerce Alim, Molla Şeyh ya sürgün edilmiş ya da darağaçlarında sallandırılmış, zindanı boylamıştı. Rejimin yine de içi rahat değildi.Tek parti CHP iktidarı vardı.Muhalif basın, muhalif parti yoktu.Halkın iktidara bakış nabzını ölçmek için bir muhalefet parti kuruldu. Böylelikle sisteme muhalif olan kesim tespit edilecek ve yine Gereken ders verilecekti.Serbest Cumhuriyet Fırkası SCF. Atatürkün talimatıyla kurulan bu parti ile CHP arasında Danışıklı bir kavga baŞladı. bu muhalefeti ciddiye alan halk burada kenetlenmeye başlayınca Parti başkanı dahi bu çoğunluktan korkup Partiyi kapatma kararı almıştır A.Fethi Okyar 17 kasım 1930. yapılan seçimlerde büyük çoğunluğu SCF almış ama Seçim "açık oy, gizli tasnif" usülüne göre yapıldığı için bir kaç yer dışında seçimi CHP nin kazandığı ilan edildi. bu birkaç yerden biri de Samsun ve Menemen di. Muhalefetin köküne kibrit suyu dökmenin zamanı gelmişti. ama operasyon için bir hadise gerekliydi.

Ali Fethi Okyar: Mecliste olan Fethi bey 1923’te başbakanlık yaptı. 12 Ağustos 1930’da M.Kemal’in talimatıyla Muhalefetin nabzını ölçmek için kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) Partisi kurucuları arasında yer aldı, parti başkanı oldu. Muhalefetin istenmeyen biçimde etrafında kümelenmesi onu ürküttü ve partinin kapatma kararını verdi -17 Kasım 1930-.

MENEMEN HADİSESİ: uygun yer bulunur, uygun adamlar seçilir. Manisalı beş esrarkeş para karşılığı ayarlanır. Şeriat isteriz diye Hükümet konağına saldırılacak ve asker vurulacaktı. Olaydan habersiz Kubilay yakalanır ve başı kesilir 23 Aralık 1930. yakalananlardan biri; Hani bize para vereceklerdi. Bu ne İş! Der. Ve bu tür provokasyonlar daha sonra rejimin sık sık uygulayacağı taktiklerin başında gelecekti. Yurdun dört bir yanından 105 insan toplanır. Şeyh, hoca, âlim, din adamı, göze batan kim varsa toplanır. Bunlar arasında en dikkat çekici isimlerin başında Şeyh Esad Efendi, oğlu Mehmet Ali ve Abdülhakim Arvasi vardır.37 idam kararı verilir. Mehmet Ali İdam edilir. Şeyh 87 yaşında yaşlı biri. Halkın tepkisinden dolayı idam edilmez ama hastanede zehirletilerek öldürülür.

Süleyman Hilmi Tunahan: öyle bir zamanki Kuran a bağlı olmak suç, Allah bile demek suçtu. Basın yayın organlarında Allah tan, peygamber den, İslamiyet den bahsetmek yasaktı. Ezan okyan hocalar sakallarından tutulup sürükleniyor, hapse atılıyordu. Kuran öğrenmek ve öğretmek suçtu.bulunanlar toplatılıp yakılıyordu.gizli gizli bodrum katlarında Kuran öğrenen veya öğretenler yakalandığında cezalandırılıyordu. Süleyman Hilmi efendi de defalarca gözaltına alınmış ve türlü türlü hakaretlere maruz kalmasına rağmen bu mücadelesinden vazgeçmeyen biriydi 1939–1944–1957.

Bediüzzaman Said Nursi:31 Mart Hadisesinden sonra İstanbul’da Düzinelerle darağacı kurulmuştu. ortada yine aynı senaryo vardı. Belli kesimden komiteler tarafından seçilen figürler "şeriat isteriz" diye halk ve rütbesiz askerleri bu sloganla sokağa döktüler. Bu karışıklığı bastırmak üzere hareket ordusu İstanbul a girdi ve Padişah hall edildi. Said Nur sinin de yazı yazdığı gazete olan Volkan ın sahibi Derviş Vahdeti ve pek çok kişi idam sehpalarında asıldı. Bu asılmalar bahçede yapılırken Said Nursinin içerde mahkemesi yapılıyordu. "Sende şeriat istemiştin! Bak isteyenlerin sonu ne oldu diye ilk soru sorulmuştu. Medresesinde 500 e yakın talebe okutan Üstat Bitlis’te ruslara karşı verdiği savaşta talebelerinin tümünü kaybetmişti. Kalan 2 kişi ile Ruslara esir düşecekti. 1918 de Rusların elinden kaçıp İstanbul gelen Üstad DARÜL HİKMETİL İSLAMİYE azalığına getirildi.1922 de Ankara’ya meclise davet edilen Üstad oradaki havayı beğenmemiş, namazlarında gevşeklik gösteren vekiller hakkında on maddelik beyannameyi okumuştur1923. Bu tavrından rahatsız olan komite aşı ile zehirletmeye çalışmış ama başarılı olamamıştır. Eserlerini bastırdığı matbaanın sahibi olan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Atatürkün talimatı ile Topal Osman a boğdurularak şehit edilmiştir.

Ali Şükrü Bey: T.B.M.M’ inde İkinci gurup olarak adlandırılan muhalefetin kahraman önderlerinden olan A.Şükrü bey 1884 Trabzon mebusudur. Dini hassasiyetleri ve karşı çıktığı konularda sözünü sakınmamasıyla dikkati çeken Ali Şükrü Bey, bu özellikleri dolayısıyla Mustafa Kemal'e muhalif milletvekillerinin çevresinde kümelendiği kişi oldu. Mustafa Kemal'in 'Hâkimiyeti Milliye Gazetesi'ne karşılık 'Tan Gazetesi’ni neşretmeye başladı. İngilizceye hâkimiyeti sayesinde Ankara'nın izlediği siyasetin uluslararası alandaki yansımalarını dış basından takip ediyor, özellikle Lozan müzakerelerinin gidişatıyla ilgili olarak zaman zaman TBMM'ye verilen resmi bilgiyle dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri gündeme getiriyordu. İsmet İnönü'nün Lozan'da, 'hariciyeci olmaması sebebiyle' acemice davrandığı, daha ötesi TBMM'nin verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri yürüttüğü kanısındaydı. Tuğgeneral İsmet Paşa'nın Balkanlarda kabul ettiği sınırların 1. Dünya Savaşı başladığındaki sınırların gerisinde olmasını ve Batı Trakya'nın Yunanistan'a verilmesini kabul etmiyor, Lozan müzakerelerine katılan heyetin, TBMM tarafından kabul edilen Misak-ı Milli hudutlarına uyması gerektiğini söylüyordu. Müzakerelerin kesilme ile sürme arasında kaldığı dönemde ortam iyice gerginleşmişti. Hatta Mustafa Kemal ve Ali Şükrü bey karşılıklı silah çekme noktasına gelmişlerdi. Nitekim TBMM çoğunluğunun Ali Şükrü Bey'i bu konuda desteklemesi neticesi Mustafa Kemal Paşa 1923 yılında 1. Meclisi fesh ederek 2. Meclis için seçimler yapılacağını belirtti. Atatürk’ün talimatıyla Topal Osman ve adamları tarafından İşkence Edilerek boğduruldu 27 Mart 1923. Cesedi ortadan kaldırıldı. Sonraki günlerde Topal Osman'ın evi kuşatılmış, Osman ve adamlarının tamamı, bazıları beyaz bayrak çekip teslim olmak istemelerine rağmen, çıkan çatışmada öldürülmüşlerdir.24 Temmuz 1923 te Lozan imzalandı. 29 ekim 1923 te Cumhuriyet ilan edildi.

Mecliste Muhalif İkinci Gurupta Yer Alan Bazı İsimler:

Yozgat vekili Bahri Bey, Samsun vekili Emin Bey, M.Akif, H.Basri Çantay

1923 seçimlerinde 2.gurup üyelerinin adaylıkları engellendi. Hiç biri meclise seçtirilmedi. Muhalefet bertaraf edildi.

Mustafa Sabri Efendi (1869-1954)

İttihat ve Terakki Cemiyetine muhalif olup, Beyanü'l-Hak dergisinde baş yazarlık yaptı. Çok zor bir dönemde Şeyhülislamlık yaptı. 1922 yılından sonra Kahire'ye giderek yerleşti ve Camiü'l Ezher'de müderrislik yaptı. 1908 yılında Tokat Mebusu olarak meclise girdi. Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye'nin yayın organı olan "Beyanü'l-Hak" adlı derginin başyazarlığını yaptı. İkinci Meşrutiyetin ilanındaki katkı ve çabalarından dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile orduya teşekkür yazılarını kaleme aldı. Ancak, istibdada karşı yola çıkan yeni idarenin eski dönemi aratması ve muhalefete hayat hakkı tanımaması üzerine muhalifler safında yer aldı. Önce Ahali Fırkası ve daha sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı.1918 yılında tekrar siyasi hayatın içine girdi. Aynı yıl Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye azalığına seçildi. Bir yıl sonra Şeyhülislam oldu. Kısa bir süre sonra bu görevden ayrıldıysa da 1920 yılında tekrar bu göreve atandı. Ancak, kabine üyeleriyle anlaşamadığından bu görevi de kısa süreli oldu ve istifa etti. Sadık Albayrak'ın yayına sunduğu Hilafet ve Kemalizm kitabında Mustafa Sabri Efendi, çok ilginç bir iddiada bulunmuştur. Atatürk'ün İngilizlerle işbirliği yaptığı için Musul'u İngilizlere bırakıp karşılığında kurşun atmadan İstanbul'u aldığını iddia etmiştir. Bunu yazarken hakaretamiz üslubunu sürdürmüştür:

MENDERESİN ASILMASINA SEBEP SÖZLER:

Seçim bölgelerinden ayaklarının tozu ile gelen DP milletvekilleri ilk kanunlardan biri olarak Ezanın Arapça okunmasını geçireceklerdi. Gene Menderes, İzmir DP kongresinde :

«Şimdiye kadar baskı altında olan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek Ezanı Muhammediyeyi arapçalaştırdık. Mekteplere din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur'an okuttuk. Türkiye devleti müslümandır ve müslüman kalacaktır. Müslümanlığın icapları yerine getirilecektir» diyor ve Sebilürreşat dergisi de kendisini şöyle selâmlıyordu :

«27 senedir hiç bir hükümet reisi müslümanlık hakkında bu kadar yüksek bir sevgi ve alâka göstermemiştir,»

Yine N.F.Kısakürek, bu konuşmadan sonra, Menderes'e şöyle hitap etmekte idi :

«Eğer şu iki sözü gerçekten söyledinizse :

1. «İnkilâp softalarının yaygaralarına rağmen…»

2. «Türkiye müslüman bir devlettir ve müslüman kalacaktır.» tekrar ediyoruz, partinize, siyasî muhitinize, kabinenize, tezatlarınıza ve hatıra gelen ve gelmeyen her şeyinize rağmen, en az ve halis tarafından, azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz.»

SİSTEMİN İZNİ İÇİNDE YAPILANMALAR:

1945-46 yıllarında işletilmeye başlanan demokratikleşme atılımı beraberinde birtakım denetimli özgürlükleri de getirdi. Müslümanlar bu özgürlüklerden partiler ve dergiler aracılığıyla yararlanmak istediler. Ancak müslümanların kurduğu çeşitli partiler gerekli misyonu yüklenemedi. Gerek bu partiler ve gerekse İslamcı dergiler Türkiye Cumhuriyeti'nin kültürel ve siyasal politikalarının fazla etkisi altındaydı. Bunun en belirgin örneği TC'nin oluşturmak istediği "Türkçü" kimliğin ve "milliyetçiliğin" sahiplenilmesiydi. Bu dönemin İslamcı dergileri ise ilkesiz bir tavırla "Türklükle "İslam"ı özdeş tutan politikalarının etkisindeydiler. Türk kavramı ırktan öte dini ifade eder olmuştu.

Bu durum öyle bir hal almıştı ki, İslamcı dergiler (selamet dışında) bu politikanın savunucusu konumunu da üstleniyordu.

1951'lerdeki baskı uzun sürmemiş ve tavizler yeniden başlamıştır. Bu tavizler sonucu Ticanilik, Nurculuk, ve Nakşibendî hareketleri zaman zaman canlılık göstermişler ve özellikle Nurculuk kendini 1960'lardan sonra da hissettirecek bir gelişim göstermiştir.

N.fazıl Kısakürek’te Dinin, toplumu pekiştiren, topluma ahlaki temel veren bir sosyal araç sayılması görüşü ve felsefesi olduğunu görürüz.

Necip Fazıl’ı büyük yapan biraz da onun ortaya çıktığı ortamdır: “Necip Fazıl, harf değişimi ile İslami kaynaklarla bağı kesilen yeni nesillerin laiklikle terbiye edildiği, İslami bilgilere sahip kişilerin sürgünle, hapis cezalarıyla susturulmaya çalışıldığı tek parti devrinde ayağa kalktı. Büyük Doğu’nun cesareti de dillere destandı. Kimsenin cesaret edemediği bir zamanda Bediüzzaman Said Nursi hakkında yazılar yayınlardı. Başka bir sayısında masonlarla uğraşır, onlara karşı mücadelenin kalesine dönüşüverirdi. 13 Aralık 1946 tarihli sayının kapağında kocaman bir kulak çizilmiş, altına da “Başımızda kulak istiyoruz!” yazılmıştı. Kapağın İsmet İnönü’nün sağırlığını hicvettiğinde şüphe yoktu. Mesajını vermekle birlikte derginin bir müddet kapatılmasına da sebep oldu bu kapak.

Büyük Doğu’yu bir ekol olarak görenler, bu ekolün başta gelen temsilcilerinin Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt ve Akif İnan gibi isimler olduğunu söyler. S.Karakoç, ilk yazı deneyimlerini de Büyük Doğu’da yaşar. Necip Fazıl’ın ‘Benim Sezaim’ şeklinde iltifat ettiği Karakoç, Büyük Doğu ekolünden gelip kendi ekolünü oluşturmuştur. Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına yeni anlamlar yükleyen Sezai Karakoç’un ‘Diriliş Doktrini’ etrafında düşünsel alanda bir Diriliş Nesli oluşturmaya çalışmıştır.

Aynı ekolde dergiler de yayınlandı Türkiye’de. Diriliş, Mavera, Edebiyat, Yönelişler gibi dergiler yayınlandıkları dönemin ‘Büyük Doğu’su oldular.

Tasavvuf kolu; M. Zahit Kotku (ö:1980) Nakşi, İmam- vaiz.1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı. Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.(iskenderpaşa.com’dan alıntı) Prof. Dr. Esad Coşan ise, Edebiyat Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zahid Kotku'nun kızı Muhterem Hanım'la evlendi.Oğlu Nureddin Coşan İskenderpaşa Cemaati’nin Lideri, Sağduyu Partisi’nun kurucusudur. Son seçimlerde AK Partiyi destekleyeceklerini basın açıklaması ile duyurdular.Günümüzde Mahmut Sami Ramazanoğlu (İskenderpaşa)cemaati. Allah'ın adını sürekli anarlar. Zikirleri gizlidir. Hoca, mürid ilişkisi tarikat içerisinde temeldir.

Nakşi Tarikatın dört ana kolu mekânlarıyla anılır. İskenderpaşa, Erenköy ve İsmailağa dışında Doğu Anadolu'da Menzil grubu etkindir.

Diğeri S. Hilmi Tunahan (1888-1959) Günümüzde Kemal Kaçar cemaati (Süleymancılar). Bir Osmanlı âlimi olan Süleyman Hilmi Tunahan tarafından kurulan cemaat, 1940'ta Kur'an kurslarının yeniden açılmasıyla yaygınlaşmaya başladı. Süleyman Efendi'nin ölümünden sonra cemaatin liderliğini Kemal Kancar yaptı. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı içinde örgütlenen cemaat, Avrupa'daki Türk işçileri arasında ilk çalışma yapan çevre olarak biliniyor. Refah, Fazilet Partisi'nden uzakta sağ partilere oy veren cemaat gizliliğiyle biliniyor. Cemaatin etkinliğinin artırılmasında önemli rol oynayan Hüseyin Kaplan'ın Rize'ye yerleşmesi, cemaatin bölgede etkin olmasına neden oldu.

Bir diğeri S. Abdulhakim Arvasi (ö:1943) Günümüzde H.Hilmi Işık ve Işıkçılar cemaati. Türkiye Gazetesi ve Enver Ören gurubu ya da namı diğer İhlas Gurubu.

Nurculuk: Bediüzzaman(1873/1960) günümüzde F.Gülen ve diğer kollar. Mehdilik ve eğitim üzerinde yoğunlaşma faaliyetleri devam etmektedir.

Nurettin Topçu: Şeraitle mistisizmin sentezini yapmaya çalışmış ilginç bir girişim “Hareket” dergisinde görülmüştür. Milliyetçi Türk İslam sentezci bir harekettir.

Sezai Karakoç: Diriliş dergisi ve günümüzdeki Diriliş Partisi etrafındaki yapılanmada yer alır. Yine Dergah Dergisi bu fikir hareketi üzerinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Sezai Karakoç, toplumunun yaşadığı bozgunun sebeplerini geleneksel dini bağların kopmasında, bunun sonucu olarak da batılılaşıp materyalizme kaymasında arıyordu. Diriliş, bir düşüşten çıkış ve kurtuluştur.Geleneğin iyi bilinmesi ve özgün bir söyleyişe ulaşılması. “Aslında, yeni olmak, “eski”nin sırrını bulmaktır” der. İlhamını İslam dininden alan ve "medeniyet" bilinci ile yeniden var olmayı, dirilmeyi amaçlayan bir düşüncedir diriliş…

Oysa Akif bu toplumun metafizik ilgilerinin, mistik bağlarının çürüklüğünden, sorgulanması gerektiğinden söz ediyordu.

Sezai Karakoç’un 30 Kasım 2007 tarihli Basın Açıklaması:

Bütün meselelerimizin, sıkıntılarımızın, çıkmazlarımızın kaynağı Batılılaşmadır, Batıcılıktır. Yüzyıllardır içine saplandığımız bu bataklıktan kurtulmanın ne yazık ki halâ bir çaresini bulmuş değiliz.

Avrupa’da görev yapan dış işleri mensuplarının, elçilerin, vezirlerin görünüşe (ki Batı çok önem verir) kapılıp başlattığı bu hareket, daha sonra oraya okumaya gönderilen öğrencilerle devamlılık, yoğunluk ve hız kazanarak büyümüş ve bugün çok daha geniş ve etkin bir boyuta ulaşmıştır.

Bu formasyonu, biçimlenmeyi alan nesiller yetişmiş, ülkemizin manzarası değişmiş, ama bu değişiklik daha çok olumsuzluk yönünde gelişmiştir. Kendi öz kök ve kimliğimizden neredeyse ne varsa atmaya çalışmış, buna da “devrim” adını vermiş ve sonunda geriye dönüp bakmaya korkacak hâle gelmişizdir. Dünya tarihinde, kendi varlık cevherini, özgün kişiliğini terk ve başkasını taklit ederek yeni bir atılım yapmış, hayatta kalmış bir toplum, bir millet, bir devlet, bir medeniyet yoktur. Diriliş: “Tanzimat’tan beri girdiğimiz sakat, yanlış yoldan dönmeliyiz Tanzimat’tan beri önce unuttuğumuz, sonra varlığını inkâr ettiğimiz öz hazinemizin yerini gösteren özel bir define haritası. Diriliş: Çıkış yolu. Çıkış yolu: Diriliş. Önce birlik. Yeter ki, birleşelim, Abbasiler, Osmanlılar gibi büyük devletlerimizi kuralım. Medeniyetin her alanında batılıları geride bırakacak keşifler, icatlar, çalışmalar yapalım.

Hiç yorum yok: