18 Nisan 2009 Cumartesi

80 Yıllık Kürt Politikası

80 Yıllık Kürt Politikası İlhak İmha Asimilasyon 1920: TBMM'de 72 Kürt Milletvekili 1923: "Ne Mutlu Türküm Diyene" Yazı dizimizin bu bölümüne sürecin ittifaktan, ilhak ve inkara nasıl dönüştüğünün şu çarpıcı örneğiyle başlayacağız. 23 Nisan 1920'de açılan Büyük Millet Meclisi'nde 72 Kürt milletvekili bulunmaktaydı. Ve şöyle denilmekteydi; "Bu kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir: Türkler ve Kürtler!" Fakat belirtmek gerekir ki, çeşitli bölgelerde seçime katılım pek olmamıştı ve bunların başında da Kürdistan illeri geliyordu. M. Kemal durumu şöyle ifade etmektedir; "Sayın Baylar, 19 Mart 1920 günü uyarınca yurdun her yerinde seçimler ... yapılmaya başlandı. Yalnız kimi yerlerde duraksamalar ve engellemeler oldu. ... Duraksama ve direnme gösteren yerler şunlardı; Dersim, Malatya, Elazığ, Konya, Diyarbakır ve Trabzon." (Söylev, Türk Dil Kurumu, syf. 310) Bu "direnme ve duraksama", Kürtlerin Kurtuluş Savaşı'ndaki istikrarsız yeralışlarının ve Kürtlerin haklarına/geleceğine ilişkin belirsizliğin doğal bir sonucuydu. Böyle de olsa, Kürtler'in mecliste kendi kimlikleriyle temsil edildiği bir tablo vardı. İşte bu koşullarda, Lozan görüşmelerinde İngiltere'nin talebi üzerine, TBMM'deki Kürt milletvekillerine ayrılmak isteyip istemediklerinin sorulması dahi, Kemalistler tarafından itirazsız kabul edildi. Konu hemen mecliste olağanüstü oturumda görüşüldü. M. Kemal Kürt milletvekillerinden bu konudaki düşüncelerini söylemelerini istedi. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey yaptığı konuşmada "Bu memleket Kürtlerle Türklere aittir. Bu kürsüden yalnız iki ulusun -Kürt ve Türk uluslarının- konuşma hakkı vardır" derken, tüm meclis bu sözleri onaylıyordu. Ertesi gün meclise M. Kemal'in isteği ile milli kıyafetleriyle gelen Kürt milletvekilleri Lozan'a çektikleri telgrafla Kürtler'in Türkler'den hiçbir zaman ayrılamayacağını belirttiler. Ve fakat... fakat sonra, meclise milli kıyafetiyle gelip Lozan'a çekilen telgrafa imza atan Kürt milletvekillerinden biri olan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey, Şeyh Sait Ayaklanması'nda asılacak, asılmadan önceki sorgusunda da kendisine "meclise neden milli kıyafetlerle geldiği" sorulacaktı. Çünkü ilkinde "ittifak", ikincisinde "inkar" geçerli politikaydı. Bu durum Kemalistler'in sınıf temelinden kaynaklanan tutarsızlığına ve Kürtler'e karşı politikasındaki değişime tipik bir örnektir. Kurtuluş Savaşı döneminde "kardeş" olan, ittifakına özel bir önem verilen Kürtler cumhuriyet sonrasında inkar edilmeye başlanacak, bizzat M. Kemal'in "milli kıyafetleriyle" meclise gelmelerini istediği Kürtler, "Dağ Türkleri" yapılacaktı... Bu döneme geçmeden, bu dönemin başlangıcı sayılan Lozan Anlaşması'na da kısaca değinelim. Kürtler Lozan'da nasıl yok sayıldı? 11 Ekim 1922'de emperyalistlerle Ankara hükümeti arasında ateşkes antlaşması imzalanmasının ardından 20 Kasım 1922'de Lozan'da İtilaf devletleriyle Türkiye arasında görüşmeler başladı. Türkiye Lozan görüşmelerinde bağımsızlığının tanınması, Misak-ı Milli sınırlarının kabul edilmesi, kapitülasyonların kaldırılması ve ayrıca Boğazlar, dış borçlar ve tazminat konularını gündeme getirdi. Lozan Konferansı'nın diğer bir önemli konusu İngiltere'nin gündeme getirdiği Musul meselesiydi. 267.000 Kürt, 147.000 Türk, 43.000 Arap ve 20.000 kadar hristiyan nüfusa sahip Musul'un Türkiye'de mi, yoksa İngiltere'nin denetimindeki Irak'ta mı kalacağı, en önemli anlaşmazlık noktasını oluşturdu. Musul halkının çoğunluğu Kürt'tü; ama kimse Kürtler'e bir şey sormuyordu. Sonuçta aylar süren görüşmelerin ardından Musul sorunu konferans gündeminden çıkarıldı. Fakat diğer konularda da bir anlaşma yoktu. Emperyalistlerin Ocak 1923'de sunduğu anlaşma taslağı Türkiye'nin bağımsızlığını tartışmalı hale getiriyordu. Türkiye bunu kesin bir şekilde reddetti. Böylelikle Lozan Konferansı 4 Şubat 1923'de sonuçsuz bir şekilde bitti. Görüşmelerin bu şekilde sonuçlanmasından sonra İngilizler Akdeniz'deki savaş filosunu ve İstanbul'daki işgalci birliklerini güçlendirdi. Fakat tekrardan çatışmalar yaşanmadı. Konferans yeniden 23 Nisan 1923'de toplandı ve yapılan görüşmeler sonucunda 24 Temmuz'da antlaşma imzalandı. Lozan'da Türkiye'nin bağımsızlığı resmen kabul edildi. Lozan'ın en büyük kazanımı da bu oldu. Lozan'ın gündeminde Kürtler'in sorunları ve ulusal talepleri yoktur. Kürtler Lozan'da "asli unsur" olarak gösterilmiş, TBMM'deki Kürt milletvekillerinin çektiği telgrafla bu tez pekiştirilmiş ve Kürtler'e herhangi bir hak verilmesi engellenmiştir. Emperyalistlerin de bu duruma bir itirazı olmamıştır. Lozan Anlaşması'nda "azınlıklarla" ilgili bir bölüm yeralmaktadır. Fakat burada da Kürtler'le ilgili bir şey yoktur ve bölüm, asıl olarak gayri müslimleri ilgilendirmektedir. Ne Sevr, ne Lozan! Lozan Antlaşması ve Misak-ı Milli'nin resmileşmesiyle, Kürdistan toprakları, Türkiye, İran, Irak arasında bölündü. Kürt milli meselesini çözmediği için Lozan gerici yanlar taşısa da esas itibarıyla, emperyalizmi gerileten bir muhtevaya sahip olduğu için ilerici bir özellik taşımaktadır. Tarih karşısında her şeyi yerli yerine oturtmak gerekir. Kürt milliyetçileri, Kurtuluş Savaşı sürecini ve iki önemli dönüm noktası olan Sevr ve Lozan Anlaşmaları'nı emperyalizm-halklar açısından değil, "milliyetçi" açıdan gördükleri için, doğru değerlendirememişlerdir. Birincisi; bu süreçte Kürtler'in neden ulusal taleplerini elde edemediklerine ilişkin tespitleri yanılgılıdır; denilmektedir ki, "Kürtlerin en büyük hatası onların somut ve yazılı antlaşmalarla ısrar etmekten çok, Kemalistlerce (Çoğunlukla sözlü olarak) yapılan yüzeysel değerdeki üstü kapalı vaadleri kabullenmiş olmalarıdır:" (Az Gelişmişlik İçinde Geri Bıraktırılmışlık, syf. 257 ) Kemalistler'le Kürtler'in ittifakı çoğunlukla aşiretler bazında yapılmıştır; aşiretlerin "hataları"ndan biri de belki bu vaatlere inanmalarıydı. Fakat asıl görülmesi gereken gerçek neden Kürtler'in feodal toplum aşamasında oluşları ve ulusal öğelerin tüm Kürt toplumunu belirleyen bir aşamaya gelmemesidir. Başka bir deyişle, Kürtler, bir "ulusal hareket" olarak hareket edip, tarih sahnesinde ulusal taleplerini dayatacak bir durumda değillerdi. İkincisi; Sevr gibi emperyalist bölüşümü düzenleyen bir antlaşmayı olumlayıp, Lozan'a gerici damgası vurmak, dar milliyetçi bakış açısının sonucudur. Sevr'de tüm koşulları emperyalistler dayatırken, Lozan'da 1920-23 Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın emperyalistlere kabul ettirilmesi vardır. Bu yanı kuşku yok ki, tarih içinde ileri bir özellik taşır. Sevr ve Lozan tarihteki yerlerini böyle almışlardır. Ancak onlar bugün Kürt ve Türk halkının çıkarlarını savunanların politik dayanağı olamaz. İkisi de bizim kuracağımız ülkeyi tanımlayamaz. İkisi de bizim halklara layık gördüğümüz yeri sağlamaktan uzaktır. Lozan Antlaşması'yla parçalara ayrılan Kürt halkının kurtuluşu ancak Devrimci Halk İktidarı'yla mümkün olacaktır. 'Kendi Kürt'ünü ez, ötekini destekle' politikası 20. yüzyıl boyunca bir çok kez tanığı olacağımız bu politikanın ilk karakteristik örneklerinden biri, Kurtuluş Savaşı yıllarında Irak Kürdistanı'nda gelişen Berzenci Ayaklanması karşısında uygulanmıştır. Bu ayaklanma karşısındaki tavır, Kemalistler'in Kürt sorununa nasıl bir pragmatizmle yaklaştığının da göstergesidir. Kısaca hatırlatalım. Kürdistan'ın Irak sınırları içinde kalan bölümü, Bağdat, Kerkük, Süleymaniye, Musul, bu dönemde İngiliz yönetimi altındadır. İngilizler Mezopotamya'yı altı bölgeye bölerek her bölgenin başına bir subay atadılar. Ayrıca çeşitli aşiret reislerini de yönetime aldılar. İngilizler'in Güney Kürdistan'ı işgali sırasında Kürt aşiretlerinin bir kısmı, İngilizler'i desteklemiş, Osmanlı'yı bölgeden çıkarmasına yardım etmişlerdir. Süleymaniye Valisi olan Şeyh Mahmut Berzenci de, İngiltere'yle işbirliği karşısında onların desteğiyle bir Kürt devleti kurma hesabı yapıyordu. Aynı düşüncedeki 40 Kürt ileri geleni de şöyle bir bildiri yayınlamışlardı: "Haşmetmeaplarının hükümeti, doğu halklarını Türk esaretinden kurtarma hazırlığını belirtmiş olduğuna ve onların bağımsızlıklarını kazanmalarına yardım gösterme arzusunda bulunduğuna göre, bizler Kürt halkının temsilcileri olarak, haşmetmeaplarının hükümetinden Kürt halkına İngiliz himayesi altında gelişme yolunda yürüme olanağını sağlamasını rica ediyoruz." (Kürt Siyaset Tarihi, syf. 130 ) Emperyalistlere yaslanma politikası bir kez daha hayal kırıklığıyla sonuçlanacaktı. İngiltere, Kürtler'in hiçbir talebini kabul etmediği gibi, Berzenci gibi güçlü liderlerin denetiminde olan bazı bölgeleri zorla ayırarak, halkın ulusal değerlerine yönelik saldırılar gerçekleştirip, kültür anıtlarını yıkarak, aşiretler arası iç çelişkileri körükleyerek, Kürt aşiretlerini güçsüzleştirmeye yöneldi. O dönemin tanıklarından Refik Hilmi gelişmeleri şöyle anlatıyor; "Şeyh Mahmut artık İngilizlere güvenmiyordu ve onlardan umudunu kesmişti. Bu nedenle anlaşabileceği aşiret başkanları ile temasa geçti. ... İngilizler her tarafta düşman kazanmıştı ve birçok yerde İngilizlere karşı saldırı olmuştu. ... Daha önce Türklerin bölgelerinden çıkarılmasına sevinen ve İngilizleri kurtarıcı sanan birçok kimse, yavaş yavaş düşüncelerini değiştirmeye başladılar." (Şeyh Mahmut Berzenci Hareketi, Refik Hilmi, syf. 30 ) Nihayetinde Mayıs 1919'da Berzenci Ayaklanması başladı. Süleymaniye ele geçirildi. Ayaklanma Kerkük'e kadar ulaştı. Irak ve İran'da birçok Kürt aşireti ayaklanmaya katıldı. Berzenci elde ettiği başarıların ardından Kürdistan'ın bağımsızlığını ilan edip, İngiliz bayrağını indirerek onun yerine Kürt bayrağını dalgalandırdı. Berzenci hareketi yayılırken İngilizler saldırıya geçtiler. 17 Haziran'da Bazian yakınlarındaki çatışmada Şeyh Mahmut Berzenci yenildi, kendisi yaralı olarak yakalanırken, Süleymaniye düştü. Berzenci Hindistan'a sürgüne gönderildi. Ama bu yenilgi Berzenci hareketinin sonu olmadı. Çünkü, Nisan 1920'de San Remo'da toplanan emperyalist devletler, Irak'ta manda yönetimi kurma kararı aldılar. Ardından İngiltere 1921'de Irak'ta Emir Faysal'ı kral ilan edip, manda yönetimini oluşturdu. Manda yönetimi oluşturulması, gerek Arap, gerekse de Kürt milliyetçi çevrelerde geniş tepkilere yol açtı. Parça parça ayaklanmalar başladı. İngiltere, artan tepkileri bastırmak için yeniden Berzenci'yi kullanmaya çalıştı. Hindistan'dan geri çağrılan Berzenci, Bağdat'ta İngiliz yüksek komiseri ve Irak hükümetiyle "Kürdistan'da düzenin sağlanması ve Kemalistlerin engellenmesi" konusunda anlaştı. İngiltere bunun karşılığında "Özerk Kürdistan" vaadinde bulundu. Bu anlaşmayla Süleymaniye'ye geri dönen Şeyh Mahmut, İngilizler'in beklentilerinin aksine onların politikalarına aykırı hareket etmeye başladı. Gücünü büyütüp, ekim başında kendini "Kürdistan hükümdarı" ilan etti. Berzenci'nin Kardeşi Şeyh Kadir Berzenci başkanlığında bir hükümet kuruldu. Roje Kürdistan (Kürdistan Güneşi) isimli bir gazete yayınlanmaya başlandı. Berzenci bu kez de İngiltere'ye karşı Kemalistler'le ve Sovyetler Birliği'yle ilişki kurmaya çalıştı. İşte tam bu noktada Kemalistler'in Berzenci hareketine karşı gösterdiği tutum, çok çarpıcı ve öğreticidir. Kemalistler, ingiltere'yle Musul konusundaki çatışma nedeniyle Berzenci hareketine destek vererek bir anlaşma imzaladılar. Antlaşmaya göre; "Türk hükümeti Güney Kürdistan'a bağımsızlık verilmesi vaadinde bulundu ve onun iç işlerine karışmamayı garantiledi; Şeyh Mahmut Kürdistan ve Süleymaniye hükümdarı olarak tanındı; Güney Kürdistan'ın silahlı kuvvetleri savaş halinde Türk hükümeti tarafından kullanılabilecekti." (Yeni ve Yakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, syf. 124) Misak-i Milli içindeki Kürtler'i inkar siyasetine yönelen Kemalistler, kendi sınırları dışındaki Kürtler'e "bağımsızlık" vadediyor, "Kürdistan hükümdarı"nı tanıyordu. Bölge devletlerinin çıkarları için kendi Kürtleri'ni ezerken Kürdistan'ın diğer parçalarındaki Kürt hareketlerine destek vermesinin çarpıcı bir örneğiydi bu. M. Kemal'in Sovyet diplomatı S. İ. Aralov'la yaptığı görüşmede Berzenci'yi desteklemekteki mantığını şöyle ortaya koyuyordu: "İngiltere, Kürtlerin iki devlete -Türkiye ve İran'a- ait olmasından yararlanıyor ve bu durumu kullanıyor. ... Şimdi Kürt reisleri bölündüler: Birileri İran'a yöneliyor, diğerleri İngiltere'ye, bir üçüncüleri ise bize. .. Biz Türkler-dedi, Kemal gülümseyerek buna borçlu kalmayacağız. Kürdistan'ın güneyinde Fettik Kürtlerinin v.b İngilizlere karşı ayaklanmasına yardım edeceğiz." (Aktaran, Yeni veYakın Çağda Kürt Siyaset Tarihi, syf. 124) Ama işler kısa sürede değişti. İngilizler, 1923'te Berzenci hareketine karşı büyük bir saldırıya geçtiler. Kürt kentlerinin havadan günlerce bombalandığı ve Berzenci hareketinin yenilgiye uğratıldığı bu saldırıda, o döneme kadar Berzenci Hareketini destekleyen Kemalistler de Berzenci Ayaklanması'nı bastırmaya yöneldi. Çünkü Kemalistler, Musul meselesini, İngiltere'yle çatışarak değil, anlaşarak çözme politikasını izliyorlardı o sıralar. Kürtler'e Türk olduklarını anlatmak zamanı! 1923'ten itibaren Kemalistlerin Kürtler'e yönelik politikaları değişmeye başlamış, baskının, katliamın, asimilasyonun temel olduğu bir döneme girilmiştir. Bu dönem itibariyle ulusal baskının sosyal temeli de değişmiştir. Ulusal sorunun yeni sosyal temeli küçük-burjuva diktatörlüğü olmuştur. Emperyalizme karşı verilen savaşta ilerici bir rol üstlenen Kemalistler, artık gerici ve şoven bir rol oynamaya başlamıştır. Stalin'in "İşçi ve Köylülere karşı mücadelenin bir hükümeti" olduğunu söylediği Kemalistler, aynı zamanda da ulusal baskının hükümeti durumuna gelmiştir. Kemalist küçük burjuva diktatörlüğü, toprak bütünlüğünü "Misak-ı Milli" sınırları çerçevesinde sağladıktan ve içte iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra yüzünü içteki sorunlara çevirdi. Elbette ki bu sorunların önde gelenlerinden birisi de Kürt sorunuydu. Anadolu Kurtuluş Savaşı boyunca gücüne ihtiyaç duyulan ve bu nedenle de "özerklik/otonomi" gibi vaatlerin bolca verildiği dönemin üzerine şimdi bir çizgi çekilecekti. Böylelikle Kemalist iktidar ulusal sorunu küçük burjuva diktatörlüklerin karakterine uygun olarak asimilasyon ve katliamla çözme yoluna girdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde yoğunlaşan ve İttihat Terakki iktidarınca pekiştirilen Kürtler'e yönelik asimilasyon hedefi, çoğu İttihat Terakki kökenli olan Kemalistler'in beyninde yaşamaya devam ediyordu. Kurtuluş Savaşı'nın özgün koşulları nedeniyle bunu fazla seslendirmeseler de, bunun hazırlıkları da yapılmıyor değildi. Kurulacak devlet "Türkleştirilmiş" bir devlet olmalıydı. Daha 1921 yılında dönemin Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur, Diyarbakır'da bulunan Ziya Gökalp'e Kürtler hakkında araştırma yaptırmıştı ve hatıralarında şöyle demekteydi; "... Maksadım bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdır... Maksadım oranın bir Makedonya olmadan, kökünden meselenin halliydi." (Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Ziya Gökalp, Sosyal Yayınları, syf. 6) 1930'larda inkar ve asimilasyonun resmi politikası olarak gündeme gelecek olan "Türk Tarihi Tezi, Türk Dil Tezi, Güneş Dil Teorisi" gibi politikaların altyapısı o günlerden hazırlanıyordu. Amaç Lozan'da çizilen Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türkler dışındaki tüm halkları baskı, zor ve asimilasyonla eriterek Türkleştirmek ve tek bir ulustan yani Türklerden oluşan bir devlet ortaya çıkarmaktır. Böylece Kürtler'in ve diğer tüm milliyetlerden halkların varlığı inkar edilerek Misak-ı Milli ile Kürdistan toprakları ilhak edilmiş olunur. İlhak edilmiş topraklarda egemenliğini kalıcılaştırmanın tek yolu ise, baskı, zor, katliam, iskan, eğitim gibi her yolu kullanarak o toprakların sahiplerini asimile etmektir. İnkarcılığın varacağı yer; katliamcılık Artık "cumhuriyet dönemi" politikaları yürürlükteydi. Ne var ki bu yeni dönemde Kürtler için hiçbir şey yoktu. Mustafa Kemal önderliğindeki Kemalist hareketin cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirdiği ve resmi tarih kitaplarında "batılılaşma"nın, "uygarlaşma"nın gereği olarak gösterilen "Harf Devrimi", "Şapka Devrimi", resmi dilin Türkçe yapılması, ulusal ve yerel kılık-kıyafetlerin yasayla sınırlandırılması gibi politikalar, bir yanıyla da ulusal farklılıkları, kültürleri yoketmeye yönelikti. Bu uygulamalar, nihayetinde başta Kürtler olmak üzere, Anadolu'daki tüm halkların varlığının inkarı olan "Kürt Yok Türk Var", "Ne Mutlu Türküm Diyene", "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım..." sloganlarına dönüşecek, bu sloganları benimsememenin karşılığı ise, katliamlarla verilecekti. Kemalist iktidar, Kürtler'in desteğine ihtiyacı kalmayıp da "Türk-Kürt kardeşliği"ni unutunca, ulusal öz taşıyan Kürt ayaklanmaları kaçınılmaz olarak birbirini izledi. Bu nedenle, cumhuriyetin özellikle ilk 15 yılı, peşpeşe Kürt ayaklanmalarıyla ve ayaklanmalara karşı gerçekleştirilen katliamlarla, sıkıyönetimlerle, Takrir-i Sükun gibi baskı yasalarıyla doludur. Cumhuriyet sonrası gelişen ilk büyük Kürt ayaklanması olan Şeyh Sait isyanı, Kemalist iktidarın Kürtler karşısında izleyeceği politikanın en keskin biçimde ortaya çıkmasını sağlayacak ve 80 yıl boyunca izlenecek politikalar bu dönemde şekillenecekti... Hasan Hayri neden asıldı? Hasan Hayri, ilk meclisteki Kürt milletvekillerinden biriydi. Dersim milletvekiliydi... Şeyh Sait ayaklanması sırasında da Dersim halkına mektuplar göndererek itidalli olmalarını tavsiye etti... Ne var ki, Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Mustafa Kemal'in emriyle kendisi ve yeğeni Celal Mehemet yakalandılar. Sorgu sırasında, İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Saip, Hasan Hayri'ye dönerek; 'Ankara'daki Meclis toplantılarına niçin Kürt milli kıyafetiyle geliyordunuz?' diye sordu. Hasan Hayri savunmasında 'Meclis'e Mustafa Kemal'in talimatıyla, milli kıyafetle gidiyor ve yine O'nun talimatıyla, Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafları Lozan Konferansına çekiyordum' diye belirtti. Fakat bu savunma TBMM eski mebusu Hasan Hayri ve yeğeni Celal Mehemet hakkında çoktan idam kararını vermiş olan mahkemeyi etkilemedi. Ancak, idam sehpasında Hasan Hayri, Kemalistler'in Kürt politikalarını görerek Kürt milleti için canlarını feda edenlere saygı duydu. Ve asılmadan önce 'Yaşasın Kürt milleti! Ey Kürt şehitleri, işte Hasan Hayri de sizlere kavuşuyor!' diye seslendi. (Yararlanılan kaynak, 1925 Kürt Ayakanması, Syf. 39) Evet, Kemalist iktidarı desteklemesine, Şeyh Sait isyanına karşı çıkmasına rağmen, Hasan Hayri neden asıldı??? Klasik bir 'cumhuriyet' taktiği Cumhuriyet sonrası gelişen ilk büyük Kürt ayaklanması olan Şeyh Sait İsyanı'nı bastırmak için çıkarılan kanunlar ve oluşturulan İstiklal Mahkemeleri, cumhuriyetin tartışmasız "Tek Adam"ı olan Mustafa Kemal tarafından içte var olan tüm muhalefeti ezmek-sindirmek için kullanılmıştır. Bu politika, tüm cumhuriyet tarihi boyunca değişmez bir yöntem olarak uygulanacak, bazen Kürtler'e, bazen şeriatçılara, bazen komünistlere karşı çıkarılan yasalar, düzeniçi ve dışı tüm muhalefeti sindirmekte kullanılacaktır. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun işte bu uygulamanın ilk örneğiydi. Yasa hükümete ve cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler veriyordu. Dönemin gazeteleri, bu yetkilere Kurtuluş Savaşı dönemi hükümetlerinin bile sahip olmadığını yazıyorlardı. Kanunun etkisi Kürdistan'la sınırlı kalmadı. Yasanın verdiği yetkiyle her türlü muhalefet faaliyetleri ortadan kaldırıldı. Anayasadaki kısmi özgürlükler askıya alındı. Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarından olan ama o günlerde Mustafa Kemal'e muhalif olanlar tasfiye edildi. 1945'lere kadar sürecek olan tek parti dönemi başladı. Muhalif tüm yayın organları kapatıldı. Kapatılan yayın organlarından başlıcaları, İstanbul'da; Tevhidi Efkar, Sebilürreşat Dergileri, İttihatçıların Son Telgraf ve İstiklal Gazeteleri, Adana'da Seyhan Gazetesi, Trabzon'da İstiklal Gazetesi'ydi. Dönemin sol içerikli legal yayın organlarından Orak-Çekiç ve Aydınlık dergileri de bu baskıdan payını aldı.

Hiç yorum yok: