18 Nisan 2009 Cumartesi

İslamcılık nedir ne değildir.

İslamiyet, Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok farklıdır. Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün de­ğildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sok­mak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı. İslamcılara göre, Osmanlı imparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten Kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyetin özünde vardır. Bu yüzden İslamcı­lar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması taraftarıdırlar. Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset siste­mini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır. İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" gibi dergilerin etra­fında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır" der. İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve maneviyat bakımın­dan zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız ken­disini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek boşunadır. Kendi­miz uyanalım" der. Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafet: taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki. kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz..."der. Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman ülkelere uygu­ladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleş menin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcı­ları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini değiştirirler Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı imparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi birliğini ardın­dan bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkündü. *********************************Röportaj******************************** Ümit Aktaş: Artık Müslüman terimine dönme vaktidir İslamcılık aslında doğası icabı siyasal bir hareketti. Ama İslamcılar siyasallığı bir iktidar kavgası perspektifinde değerlendirmedikleri için, iktidar kavgalarının hep dışında kaldılar. Cumhuriyet sonrası yaşadıkları travmayı ise ancak 1960'lı yıllarda, o da, dünya konjonktürünün de desteklediği bir koşullar içerisinde atlatabildiler. İslamcılık kavramı nasıl tanımlanabilir; neden böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyulmuştur? —İslamcılık, İslami birlikçilik ve yenileşmeciliğin ifade edilmesi açısından, mevcut durumu olumsuzlayan ve bu olumsuzlama nedeniyle de mevcut terminolojiden kopma mecburiyete binaen ortaya çıkmış olan bir kavramlaştırmadır. Gerçi, bu terim, başlangıç itibariyle batı dünyasında Panislamizm, İslam dünyasında ise İttıhad-ı İslam olarak kullanılmıştır. İttıhad-ı İslam tabiri Afgani kadar yeni Osmanlı aydınları tarafından da hemen hemen aynı dönemlerde, 1860-1870’li yıllarda kullanılmıştır. Panislamizmin kullanılışı da aynı dönemlerdedir ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilemiştirler. Ama İslamcılık teriminin doğrudan bu haliyle kullanımı, aslında İttıhad-ı İslam idealinin zeminini yitirdiği bir dönemde, yani ulusçu akımların etkinlik kazanmaya başladığı II. Meşrutiyet sonrasında, bir anlamda İttıhad-ı İslam idealinin de ulusçu bir paradigmaya uyarlaştırılarak ve bu dönemin ruhuna da uygun bir biçimde ifade edilmesi amacıyla Türkçüler tarafından başlatılmıştır. Yani bu anlamda aslında olumsuz ve “İslamcıların” kastettiği mefhum açısından daraltıcı bir tanımlamadır. Bu tanımın kullanımını yaygınlaştıran ise, “İslamcıların” kendilerini ifade etmek için mevcut Müslümanlık kavramı açısından yeterli bulunmayan yeni bir İslam okumasını ve anlamını ifade etmedeki güçlükleridir. Yani Müslümanlıklarını daha kuvvetli bir şekilde vurgulamak için Müslümanlık teriminin dışına çıkmışlardır. Bir anlamda da bu, tüm toplumun Müslüman oluşu göz önünde tutulduğundan, bölücü ve hizipçi bir anlayışa ve siyasal bir parti yapısına, en azından o dönemde düşmemek için, belki de buna henüz mecbur olmadıkları, yeterli bir cesarete ve zihni hazırlığa sahip olmadıkları için ister istemez başvurulan bir tabirdi. Abdülhamit dönemi İslamcılığı ile bugünkü İslamcılığın farklılıkları nelerdir? — Abdülhamit dönemi İslamcılığının iki ekseni vardı. İktidar ekseni, yani Abdülhamit hilafetçi bir politika izlerken; ikinci eksen olan özellikle muhalif aydınlar ve âlimler ise, İslamcı bir muhalefet hareketi yürütmekteydiler. Sözgelimi Mehmet Akif, Said Nursi, Elmalılı Hamdi, Mizancı Murat, İskilipli Atıf, Said Halim Paşa gibi. Elbetteki ister muhalif olsunlar isterse olmasınlar, o dönem İslamcıları, daha doğrusu İttıhad-ı İslamcılar, meseleye karşı daha çok batı karşıtlığı ve batı’ya karşı İslam’ı savunma perspektifinden bakmaktaydılar. Modernleşme karşısında bariz bir ikilem içerisindeydiler. Sözgelimi kadınların eğitimi, demokrasi, hilafet, mezhepçilik gibi. Bu nedenle bakış açıları çok da belirginleşmiş değildi. Zaten bir sınır ihlali hali içerisinde oldukları, yani kendiliklerinin dışına çıkarak yeni bir dünya kurmak istedikleri için, bazı şeylerin yerli yerine oturması, en azından bu aşama için mümkün değildi. Günümüzde meselenin bu biçimsel yönleri büyük ölçüde aşılmış durumdadır. Ama bu kez de geleneksel yapılardan kopulmasının yol açtığı ve yeni bir dünya kurma çabasının getirdiği belirsizlikler; biçimsel de olsa bir İslami birlikteliği sorunlu hale getirmiştir. Daha önce tarihsel ve toplumsal bir muhafazakârlığa kapanmış olan toplumların, bu biçimsel de olsa savunmacı yapıları kırılınca, bu kez arka planda kalan o hazırlıksız arkaik yapıların yeniden inşası gibi bir sorunsal, İslam dünyasında etkileri hâlâ sürmekte olan bir bunalıma neden olmuş, ya da zaten var olan bir bunalımı açığa çıkarmıştır. İslamcılar neden Abdülhamit ile beraber hareket etmedi? Abdülhamit iktidara gelince Anayasa ve Meclisi ortadan kaldırdı. Çevresine şeyhleri ve geleneksel bazı din adamlarını alarak hilafetçi bir ideoloji izlemeye çalıştı. Ancak hastalıklı bir iktidar korkusuyla uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle, muhalif aydınları batıcılığa veya İslamcı bir karşıtlığa doğru zorladı. Muhafazakâr bir modernleşme politikası izlediği için, neredeyse günümüzdeki tüm modern kurumlar, onun döneminde kuruldu. Ama medreseleri ihmal etti ve Mecelle’nin geliştirilme çalışmalarını akamete uğrattı. Hilafetçi politikaları da konjonktürel ve içtenlikten uzaktı. O imparatorluğu nasıl olursa olsun ayakta tutmaya çalışıyordu; oysa İslamcılar bu yapıyı değiştirmek, İslamileştirmek istiyorlardı. Bütün bunlar İslamcıları muhalif bir pozisyona sürükledi. İttihat Terakki kadroları içerisinde yer alan İslamcıların talepleri ne idi? — İslamcılar kendilerince bir İslamileşme çabası içerisinde oldukları için, müstebit bir anlayışa sahip olan Abdülhamit’e karşı muhalif hareket olan İttihatçıları desteklediler. Amaçları meşruti ve İslami bir yönetimin sağlanmasıydı. Ancak kendileri bağımsız bir iktidar nosyonuna sahip olmadıkları ve özellikle örgütlü bir askeri güce dayanmadıkları için, kendileri doğrudan bir iktidar mücadelesine girişmediler. Daha sonraki dönemde ‘İslamcılar’ içerisinde başlayan Abdülhamit sempatisi nasıl izah edilebilir? - Osmanlının son döneminde ortaya çıkan bütün politikalar konjonktüreldi. Osmanlıcılık, İslamcılık, Hilafetçilik, Türkçülük ve hatta batıcılık gibi. İslamcılar da, süreç içerisinde İslamcılıktan Türkçülüğe evrilen İttihatçı politikalar karşısında düş kırıklığına uğradıkları gibi, özellikle bir art İttihatçı olan Mustafa Kemal ve ekibi tarafından da tamamıyla tasfiyeye uğradılar. O zaman ise tüm tepkilerini Mustafa Kemal’e yönelttiler; ona karşı ciddi bir siyasi hareket başlatamadıkları ve bir siyasi lider de çıkaramadıkları için, bir ölçüde de Kemalistler-İttihatçılar tarafından Kızıl Sultan ilan edilen Abdülhamit’i, -tamamı olmamakla birlikte- sembolik bir karşı siyasi figür –Ulu Hakan- olarak savunmaya başladılar. Cumhuriyet İslamcılıkta nasıl bir kırılmaya yol açtı; şayet hilafet kaldırılmasaydı temel anlamda ne değişirdi? — Cumhuriyetle birlikte İslamcılar, gerçekleşmesi için destek verdikleri bir politik değişim tarafından tasfiyeye uğratıldılar. İslamcılar bu anlamda iktidar ve siyaset üzerine ciddi analizlere sahip değildiler ve bu konuda klasik bir ulema pozisyonunda bulunmaktaydılar. Yani doğrudan siyasallaşmayı kendi ilmi hüviyetlerine ters bir temsil biçimi olarak görmekteydiler ve bu nosyon içerisinde yetişmemişlerdi. Bilindiği gibi Osmanlı sistemi içerisinde ulema daima ve özenle siyasetin dışında tutulmuştur. İktidar kavgası nosyonuna en uygun zemin olan askeri öğrenciler ise, verilen eğitime uygun olarak ya batıcı, ya da Türkçüydüler. Medreseler ve diğer geleneksel kurumlar ise büyük ölçüde yozlaşmış ya da yüzüstü bırakıldıklarından çökmüşlerdi. Cumhuriyet tarafından tasfiyeye uğratıldıklarında ise, iki önemli tipik davranış gösterdiler: Ya Mehmet Akif gibi negatif, ya da Said Nursi gibi pozitif bir protesto tavrı geliştirdiler. Şeyh Said’in isyanını, yani aktif biçimdeki bu tepkiyi ise, lokal bir mahiyet arzettiği için, bu genellik içerisinde mütalaa etmemekteyim. Yetiştirebildikleri en önemli liderlerin davranışları işte bunlardı. Mehmet Akif’in bu tavrı, aslında bu isimler içerisinde, köktenci bir İslamcılığı kendisi temsil ettiği için, daha sonraki İslamcılık hareketleri açısından ciddi bir kırılmaya ve geleneksizliğe yol açtı. Oysa Said Nursi, konjonktürel koşulları iyi okuyarak ve değerlendirerek, Anadolu’nun derinliklerine çekilerek oradan itibaren başlayan ve kendisinden sonraki hareketler için de bir örneklik teşkil eden, emek yoğunluklu bir “iman” mücadelesi başlattı. Elbet Kemalizm’in keskin ve katı laiklik politikası olmasaydı, bir çok sorun bu sertlikte yaşanmazdı. O zaman belki batıcılar ve İslamcılar meseleleri bu kadar derinlikli tartışmayacaklardı, ama Türkiye de, bugün olduğundan daha olumlu ve ileri bir toplumsallığı ortaya çıkarabilecekti. Hilafet ise, kaldırılmasa bile, ister istemez sembolik bir düzeyde varlığını sürdürecekti. İslam’ın siyasallaşması, İslamcılık açısından nasıl bir değişmeye yol açtı? İslamcılık aslında doğası icabı siyasal bir hareketti. Ama İslamcılar siyasallığı bir iktidar kavgası perspektifinde değerlendirmedikleri için, iktidar kavgalarının hep dışında kaldılar. Cumhuriyet sonrası yaşadıkları travmayı ise ancak 1960’lı yıllarda, o da, dünya konjonktürünün de desteklediği bir koşullar içerisinde atlatabildiler. İşte bu dönemde, artık bağımsız bir siyasi mücadele vermenin mecburiyet ve bilincine de ulaştıkları için, bir takım partileşme tecrübeleri nihayetinde, Milli Görüş çizgisinde siyasal bir geleneği başlatabildiler. Elbet bu oluşumu gereksiz gören geleneksel kesimler, daha başından itibaren siyasallaşmaya karşı mesafeli davranırken; yeterli görmeyen daha köktenci bazı akımlar, resmi siyasal zeminin dışında, sivil toplumsal alanlarda da farklı siyasal ve kültürel pratikleri ortaya koymaya çalıştılar. İttihad-ı İslamcıların biçimci birlikçi çabalarına karşı bu dönem İslamcıları, artık bilinçli cemaatsel oluşumların çoğullaştırdığı sivil bir İslami anlayışı etkinleştirmeye çalıştılar. Türkiye’de İslamcılar yerine Müslümanlar demek daha doğru değil mi? Yüzde 90’ı Müslüman olan ülkemizde ‘İslamcılar’ nasıl bir sosyopolitiğe tekabül ediyor? — İslamcılık terimi, toplumsallıktan farklılaşmaya çalışan bir İslamileşme çabasının, kendisini ifade edebilmesindeki bir mecburiyete ve zarurete mebni olan bir tanımlamaydı. Bu, toplumsallıktan kopmak istemeden farklılaşmaya çalışan bir ikircimi ifade etmekteydi. Ama tüm toplumsallık açısından artık belli bir eğilim olarak özelleştirilince, sanırım artık bu tür yapıntı bir terime sığınmanın da bir anlamı kalmamaktadır. Aslında bu terim, kendilerini Müslüman olarak tanımlamakla yükümlü olan bizler açısından oldukça sıkıntı veren, dahası İslam’ı salt siyasal bir fenomene indirgeyen bir tanımlama. O nedenle, artık Müslüman terimine geri dönmekte yarar var diye düşünmekteyim. Küreselleşen bir dünyada cemaatçi İslamcılık anlayışı da bitmekte midir? — Aslında küreselleşmenin sorununun cemaatlerden çok ulus devletlerle olduğunu düşünürsek, küresel bir dünyada cemaatlerin daha işlevselleştiğini bile söyleyebiliriz. Cemaatler belki devletler kadar donanımlı ve etkin güçlere sahip olmasalar bile, daha dirençli ve işlevsel yapılardır. Bence İslamcılık, bir süre yürüttüğü devletçi modellemelerden sonra, şimdilerde, aslında gelenekselliğe de uygun bir biçimde, cemaatçi oluşumları yenilemeye yönelmiş bulunmaktadır. Zira cemaatler iletişim açısından daha denetimli, kullanım ve hareket açısından daha işlevsel, bilinçsel ve eğitimsel oluşumlar açısından daha uygun ölçekte, daha hızlı ve akıcı, giderek karmaşıklaşan bir dünya karşısında oldukça farklı perspektifler oluşturmak için de daha uygun bir örgütlenme modelidir. Sonuçta bu yolla, bir cemaatler çoğulluğu içerisinde toplumsallık farklı perspektiflerden örgütlenmekte ve bu örgütsel çoğulculuğun harmonisi, sizi belli bir tanımlı dünyaya taşımaktadır. Bu çok cepheli aygıt, hilafetçilerin birlikçi projesi kadar devasa bir cesameti hedeflemese de, belirgin bir bilinçten yoksun bu cesametin çok da işe yaramadığı bu süreç içerisinde yaşanan deneyimlerle ortaya çıkmıştır. Bir de projektörlerimizi geleceğe çevirecek olursak, son dönemlerde devlet içindeki kimi derin yapılar deşifre ediliyor? Bu deşifre ameliyesini nasıl okumalıyız? — Aslında bunlar, kendisini idame ettirebilmek için haddinden fazla kire batmış olan bir sistemin, artık tıkanma noktasına geldikten sonra, bu çirkinliklerini artık gizleyememesi nedeniyle ortaya çıkan görüntüler. Dolayısıyla bunu bir deşifreden ziyade bir dökülme olarak görmek daha doğru olacaktır. Kuşkusuz ki hiçbir sistem salt bu tip gestapo tipi gizli cinayet örgütleriyle ayakta kalamaz. Bu tür gizli örgütlerin getirileri kadar maliyetleri de yüksektir. Oysa açık hegemonik örgütler, sözgelimi dini cemaatlerin iktidarların ayakta kalması üzerindeki destekleme maliyetleri çok daha düşüktür. Beri yandan, sözgelimi efsaneleştirilen Teşkilat-ı Mahsusa, İttihatçıların yirmi yıllık mücadelesi akabinde iktidara gelmelerinden sonra kurulmuş bir örgüttür. Oysa bu süreç içerisinde İttihatçılar, o günün imkânlarıyla, yurt içinde ve dışında, farklı dillerde yüzlerce gazete ve dergi yayınlamışlardır. Oysa biz, kendi ülkemizde ve meşru bir zeminde ve bugünün imkânlarıyla bir dergi çıkarmakta bile zorlanmaktayız. Sonuçta tüm bunlar bir davaya iman meselesidir. Sosyopolitik olaylarda birtakım gizli etkenlerin rolü olmakla birlikte, hiçbir zaman toplumsal ve tarihsel olayların izahında bunlara başvurma veya bunları etken bir güç olarak görme eğiliminde olmadım. Sonuçta bunu bilimsel bir tavır olarak da görmemekteyim. Bu, sadece bu olayları anlamakta zorluk çeken veya kimi faktörleri gereğinden fazla abartarak menfi veya müspet bir manipülasyon amacı güden kimselere özgü bir yaklaşımdır. Mesela insanlar kayıp ya da gizli bir kıymetli metaın bulunması için bir kâhine başvurur ve bunun için ona belli bir meblağ ödeyerek, aslında o kâhini zenginleştirirler. Hiç düşünmezler ki, bu şahıs gerçekten böyle bir güce sahip ise neden benim üç kuruşuma tenezzül etmekte; neden kendisi doğrudan bu gizli hazinelere ulaşmamakta. Kısacası insanlardaki akletme yetersizliği ve bir takım çevrelere ilahi güçler atfetme eğilimi, onları kendi emekleri üzerinde düşünmekten ve bunları anlamaktan uzaklaştırmaktadır. Aslında bu bir tür fetişizmdir. Devlet de böylesi mizansenlerle kendisi etrafında bir efsane yaratmaya çalışmaktadır. Sonuçta bu hikâyelerin konuşulması bile bu mizansenin bir parçasıdır. İnsanlar geçmişte nasıl kendilerine çıkar sağlıyor diye bir takım putlara tapınmaktaydılarsa, bu günde aynı olgu farklı mizansenlerle sürdürülmektedir. Olguların anlaşılmaması için olaylar gizemli mecralara çekilmekte, bir başka tabirle mistifiye edilmektedir. Zaman zaman bazı put kırıcılar ortaya çıkıp putları temizlese de, insanların zihinleri gerçekten Allah’ı birlemedikçe, yani onun yaratıcılığına ve kâinattaki egemenliğine inanmadıkça, bir süre sonra başka bazı insanlar çıkıp sahneye bu kez başka putlar yerleştirecektir. Onun için olayları izah ederken bize düşen, Allah’a iman etmek ve aklımızı kullanmaktır; yoksa bilmediğimiz hususlarda gaybı taşlayarak etrafımızda bazı metafizik imgeler ve vehimler yaratmak değil. Çünkü işte o zaman, tam da tevhidi bir bilince ters bir anlatışa sapmış oluruz. Vakti zamanında Alman imparatorundan müneccim isteyen Osmanlı padişahına imparator, gizli bir güç aramasına gerek olmadığını, en büyük yol göstericinin padişahın yanında olan Kuran olduğunu bildirmişti. Padişah buradan gereken dersi çıkarmış mıdır bilemem; ama insanlar, o Kuran’ın ayetlerinden bile bir takım esatiri anlamlar, gizemli güçler, efsunlar, müneccimlikler aramakta ve bulmaya çalışmakta. Çünkü aklımızı kullanmak ve hedeflerimize kendi emeğimizle ulaşmanın ahlaki bilincine maalesef sahip bulunmamaktayız. Bizim için en kutsal şey, kendi cehdimizle elde ettiğimiz şeylerdir; cihad da işte budur. Yoksa birilerini yerin dibine batırmak, başkalarını yüceltmek, tarihin en yalın olaylarında bile sözgelimi Yahudi parmağı aramak gibi eblehliklerle hiçbir şey izah edilemez. Toplumsal olayları izah etmedeki en kolay yol, bir takım efsaneler üretmektir; en zor şeyse cihad etmek; yanlış anlaşılmasın, savaştan söz etmiyorum, sadece inandığı hedefe ulaşmak için sabırla ve hedefinden hiç sapmaksızın mücadelesini, emeğini sürdürmektir. Yoksa bu tip efsanevi şeylerle, sadece kendi kendimizi kandırmış ve sorumluluklarımızdan kaçmış oluruz. Koskoca Arap dünyasını titreten İsrail’in, yani Yahudilerin, geçtiğimiz yıllarda Hizbullah’ın karşısında düştüğü durumu hiç kimse unutmasın ve elbet, Kuran’daki Davut (a.s.)’ın kıssasını da.

Hiç yorum yok: