18 Nisan 2009 Cumartesi

ÜÇ TARZI SİYASET

ÜÇ TARZI SİYASET ÜÇ TARZ-I SİYASET VE DÜŞÜNCE AKIMLARI-Doç. Dr. Recep DUYMAZ-Türk düşünce, siyaset ve edebiyat tarihinde XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük dalgalanma ve değişmeler görülmeye başlar. Bunun sebebi Osmanlı Devleti'nin başta askerlik olmak üzere birçok alanda zayıflamasıdır. Bu zayıflamanın sonucu olarak devlet, sınırlarını koruyamayacak duruma düşmüştür. Kendi valisinin, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nın, ordusu karşısında bile tutunamayışı ve Kütahya'ya kadar geri çekilmek zorunda kalışı bunun en düşündürücü örneğidir. Devletimizin bu zayıflama, dağılma, yıkılma ve Batı'ya muhtaç duruma düşmeye başlaması karşısında Türk aydınları düşünmeye ve bir çıkış yolu aramaya başlamıştır. Bu arayışların önce yıkılışı durdurmak, sonra da devletimizi yeniden güçlü ve hakim duruma getirmek endişesi vardır. Tanzimat devrinin ünlü düşünce adamları ve edebiyatçıları Cevdet Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal ile başlayan bu arayışlar, gittikçe yaygınlaştığı gibi dönemlerde de devam etmiştir. Bu arayışların sonunda kurtarıcı olduklarına inanılan fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan birbirine yakın olanları bir başlık altında toplayarak anlatmak âdet olmuştur. Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük adını verdiğimiz düşünce akımları işte bu arayışların sonunda ortaya çıkmış fikir hareketleridir. Bu düşünce akımları son çağ Türk siyaset ve edebiyat tarihini derinden etkilemiş, hattâ onları şekillendirmiştir. Nitekim edebiyat tarihimizde Millî edebiyat adıyla anılan dönemde vücuda getirilen edebiyat eserlerinin büyük bir bölümü, Türkçülük akımının savunduğu düşüncelerin edebiyat metinleri vasıtasıyla birer anlatımıdır. Yine Ahmet Mithat, Namık Kemal, Mizancı Murat, Yakup Kadri ve Peyami Safa'yı, bu düşünce akımlarından biri veya birkaçı ile irtibatlandırmadan incelemek ve edebiyat tarihimizde gerçek yerine oturtmak mümkün değildir. Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset'i bu düşünce akımlarından üç tanesini ilk kez topluca tanıtan bir eserdir. Onun önemi ve şöhreti, Osmanlı Devletinin karşılaştığı problemlere ve yaşadığı sıkıntılara, tarihimizi ve toplum yapımızı gözönünde bulundurarak çözüm yolları araması, dolayısıyla yerli kalabilmiş olmasıdır. Bu eserde anlatılan düşünce akımları, zamanında doğru olarak anlaşılmış, devletimizi idare edenlerce isabetli olanı seçilip dünyanın gidişine uygun olarak kararlı bir şekilde uygulanmış olsaydı, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şüphesiz çok daha ileri bir noktada olurdu. Edebiyat tarihimizi alâkadar etmesinin yanında, son yıllarda bölgemizde ve dünyada meydana gelen değişmeler, Üç Tarz-ı Siyaset'i günümüz düşünce ve siyaset tarihinde yeniden kitaplarda çeşitli düşünce akımları tartışılırken zaman zaman bu kitaptan söz edilmekte ve buna göndermeler yapılmaktadır. Bütün bunlar artık onun bir belge niteliği kazandığını göstermektedir. Buna rağmen Üç Tarz-ı Siyaset'in, tenkitli orijinal metni, günümüz alfabesiyle henüz basılmamıştır. Prof. Dr. Enver Ziya Karal'ın hazırlayıp Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkan Üç Tarz-ı Siyaset, onun sadeleştirilmiş şeklidir. Yine de bu çalışma, Üç Tarz-ı Siyaset'in geniş bir okuyucu kitlesine yayılmasına ve ona karşı ilginin canlı tutulmasına şüphesiz yardımcı olmuştur. Biz bu çalışmamızda Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset'i üzerinde odaklandık. Her şeyden önce ilmî çalışmalarda güvenle kullanılabilecek günümüz alfabesiyle hazırlanmış sahih bir metin vücuda getirmeye gayret ettik. Bu maksatla eserin 1327 tarihli İstanbul baskısını, Mısır'da çıkmış olan Türk gazetesindeki neşri ile karşılaştırdık. Tespit ettiğimiz farklılıkları, ait oldukları sayfaların altında gösterdik. Aynı sayfada bulunan orijinal metnin dipnotlarına ait rakamları ise, karışıklığı önlemek için, yıldız işaretine dönüştürdük. Böylelikle Üç Tarz-ı Siyaset'in günümüz alfabesiyle sahih bir metnini vücuda getirdiğimizi düşünüyoruz. Çalışmamızı Giriş'ten sonra dört bölüm halinde düzenledik. I. Bölüm: Üç Tarz-ı Siyaset'in doğru olarak değerlendirebilmesi için, Yusuf Akçura'nın, ondan önceki çalışmalarının gözönünde bulundurulması gerekir. Bu düşünceyle Eski Şurâ'yı Ümmet'te Çıkan Makalelerimden adlı kitabı ile Paris'te öğrenim gördüğü Siyasal Bilgiler Okulu'ndan mezun olabilmek için hazırlamış olduğu Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihi Üzerine Bir Deneme adlı bitirme ödevinin elde mevcut kısımlarını geniş bir incelemeye tabi tuttuk. Bunlardan çekirdek halindeki bazı düşüncelerin Üç Tarz-ı Siyaset'te geliştirildiklerini tespit ettik. II. Bölüm: Üç Tarz-ı Siyaset'in Tür gazetesindeki neşrini takip eden aylarda bu makale etrafında bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmaya Ali Kemal, Ferid Tek ve Hüseyinzâde Ali katılmıştır. Hüseyinzâde Ali'nin yazısına, imzasız bir yazıyla cevap verilmiştir. Bu bölümde bu yazıların ele aldıkları düşünceler üzerinde durduk. Devamında vardığımız sonuçları yazdık. IV. Bölüm: Metinler başlığın taşıyan bu bölümde çalışmamıza esas olan metinlerin önce sadeleştirilmiş, sonra da orijinal şekillerini verdik. şlamıştır. Bu tartışmaya Ali Kemal, Ferid Tek ve Hüseyinzâde Ali katılmıştır. Hüseyinzâde Ali'nin yazısına, imzasız bir yazıyla cevap verilmiştir. Bu bölümde bu yazıların ele aldıkları düşünceler üzerinde durduk. Devamında vardığımız sonuçları yazdık. IV. Bölüm: Metinler başlığın taşıyan bu bölümde çalışmamıza esas olan metinlerin önce sadeleştirilmiş, sonra da orijinal şekillerini verdik. (Basım Tarihi: İstanbul 2004) Üç Tarz-ı Siyaset, Yusuf Akçura'nın 1897 de yazdığı 33 sayfalık bir makaledir. Akçura, Osmanlı Devletinin temel devlet politikası olarak Osmancılık, Pan İslamizm, Türkçülük olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak incelenmiş ve Türkçülüğün kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Türkçülüğün ilk manifestosu olarak kabul edilir. II.Meşrutiyette yeni fikir akımları yeşermeye başlamıştır. Bunların arasında en seçilir olanları; Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve daha sonraları Batıcılıktır. Bu akımlar sırasıyla incelenecektir. a. Osmanlıcılık: Meşrutiyet’in ilanından hemen sonraki zaman diliminde en revaçta ve pratik tesirleri en fazla görülmek istenen teklif, Osmanlı ittihadı fikridir. İmparatorluk dâhilinde; Türk, Arap, Çerkez, Arnavut, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Rum hep bir vatanın evladı olarak, toprak kardeşi olarak yaşamalıdır. İttihad iki safhada mümkün görülür. İlk adım, Kanun-i Esasi destekli bir Mebusan Meclisi açmaktır. İkinci olarak ise, ahaliyi tedricen hükümete teşrik, yani ‘ hükümetle yekdiğerine zıt iki kuvvet olmaktan kurtararak birleştirmek’ gerekir. Osmanlı ittihadı fikri, tahakkuk şartlarını meşruti idarenin kurulmasında aramaktadır. İlk bakışta devlet tarafından verilmeye çalışılan ve kökeninde III. Selim (1761–1808) ile II. Mahmut(1784–1839) Dönemi’nin Osmanlı Devleti’nin modern devletler içine girmesi için yeni tip bir merkezi anlayışın getirilmesinin yattığı Osmanlılık kimliği köklü değişmelere ve yeni gelişmelere neden oldu. b. İslamcılık: İslamcılık bir terim olarak; dünyadaki bütün Müslümanları, İslam birliği altında toplama fikri ve bu amaçla ortaya konan her türlü çaba anlamına gelir. İslamcılık için İslam Dünyası’nda; tecdid, ıslah, İttihad-ı İslam, ihya gibi kavramlar kullanılırken, batıda Panislamizm kavramı, özellikle yeni araştırmalarda ise, modern İslam(iyet), İslam’da reformist düşünce gibi kelime ve terkipler kullanılmaktadır. Akımın kurucusu, Cemaleddin Afgani’dir (1839–1897). Afgani’nin Mısır’da başlattığı bu akım orada, Muhammed Abduh (1845–1905) ve Reşit Rıza (ölümü 1935) tarafından sürdürülmüştür. İslamcılık Akımının, Hindistan’daki Başlıca temsilcileri, Seyyid Ahmed Han (1817–1898) ve Seyyid Emir Ali (1849–1928) olmuştur. Osmanlı aydınlarının da ilgisini çeken bu akım, özellikle II. Abdülhamit’in (1876–1909) padişahlığına denk gelen II. Meşrutiyet (1908–1918) döneminde bir hayli yandaş topladı. Osmanlı Devleti’nde ise İslamcıların başında; Prens Sait Halim, M. Şemseddin (Günaltay), Musa Kazım ve Hacı Fehim vardı. Bazı araştırmacılar İslamcı aydınları şöyle sıralamıştır: Şeyhülislam Musa Kazım, Said Halim Paşa, İskilipli Mehmet Atıf, Babanzade A. Naim, Mehmet Akif, Hamdi Yazır, A. Hamdi Akseki, M. Şemseddin, Said Nursî, M. Ali Ayni, İsmail Fennî, İsmail Hakkı gibi ulema ve aydınlar oluşturmaktadır. İslamcılığın bazı temel görüşleri şunlardır: İslamiyet modern ihtiyaçları karşılayacak, modern gelişmeler karşısında insanın dünyaya bakış açısını tayin edecek, değişmeleri açıklayacak ve hayatın her alanına hâkim kılınabilecek evrensel bir siyasi, sosyal kuram ihtiva etmektedir. Müslümanlar Batı dünyasından onları üstün kılan ilim, teknik, medeni usuller gibi unsurları alarak kendi toplumlarını ilerletmek zorundadırlar II. Abdülhamit, Osmanlılık ilkesinin başarılı olmadığını görünce, devletin bütünlüğünü İslamcılık ile sağlamaya çalıştı. Burada anahtar kavram ‘Hilafet’tir. Aslında Abdülhamit, İslamcılığı, bütün Müslümanları birleştirmekten ziyade hem iç hem de dış politikada çift taraflı bir şekilde kullanmıştır. İç politikada kullanması, halkı özellikle çevrede kalmış bazı uyrukları ‘İslami Devlet’ kavramı etrafında birleştirmeye çalışarak, Müslüman unsurların kimlik duygularına dayalı siyasi meşruiyetin pekiştirilmesine yönelik olmuştur. Devlete bu şekildeki bağlılık tarzına bir nevi, ön ulusalcılık da denilebilir. Dışarıda ise, İngiltere’nin Hindistan, Fransa’nın Cezayir, Rusya’nın Kuzey Kafkasya ve Orta Asya ‘da sürdürdüğü sömürgeci yayılma politikasına karşı, Avrupa içi dengelere ayarlı reel bir diplomasiyi İslamcılığı merkeze alarak uygulamaya çalışmıştır. Japonya’ya kadar uzanan kuşak içinde Doğu’ya açılmaya zemin hazırlamak ve sömürgecilik hareketlerinde yer almayan Almanya ile reel-diplomatik bir denge oluşturarak, İngiltere ile rekabeti uluslar arası bir alana taşımıştır. Batılılar, Abdülhamit’in ajanlarının Cezayir, Mısır, Hindistan gibi Müslüman ülkelerde halkı kışkırttığını ileri sürdüler. Osmanlıların 1897 Yunan Savaşında kazandıkları zafer, Hıristiyan dünyasına karşı ezik durumda olan birçok İslam ülkesince kutlandı. İslamcılığın kurucusu sayılan Cemaleddin Afgani (1839–1897), İslam birliğinin gerçekleşmesi için, her Müslüman ulusun ayrı ayrı uyanmasını ve ulusal bilinç kazanmasını ön şart sayıyordu. Osmanlı Devletinde ise Mehmet Akif (Ersoy/ 1873–1936) onu destekledi. İslamcılığa en büyük darbeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 yılında Hilafet’i kaldırması vurmuştur. Hindistan Müslümanları olayı tepkiyle karşılamıştı. Üst üste yapılan girişimler; Kahire-Mekke 1926, Kudüs 1931, Madras 1936, Cenevre 1945 herhangi bir sonuç vermedi. 1960’larda İslam dünyasında yeniden tartışma alanına çıkan İslamcılık, günümüzde daha değişik yönelimler kazanarak varlığını sürdürmektedir. c. Türkçülük: Turancılık adı da verilen bu akım, Osmanlılık (Osmanlıcılık) ve İslamcılık akımlarına alternatif bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde yaşayan bütün Türkleri, tek bir yurtta, tek bir bayrak altında toplamayı amaçlayan bu fikri ve siyasi cereyan, Osmanlıcılık ve İslamcılığın aksine ithal bir akımdır. İlk Türkçü teorisyenler arasında Türk etnik kökeninden gelen yerli aydın yoktur. Türk etnik kökeninden gelmeyen Osmanlılar ve Rusya’dan Osmanlı Devletine hicret etmiş müstemleke aydınları. İlk Türkçü olarak kabul edilen, Mahmut Celalettin Paşa ( Kont Konstanty Polkozic Borzecki) bir Leh asilzadesidir. Ahmet Vefik Paşa, bir Yahudi mühtedinin torunudur. Şemseddin Sami (Fraşeri) Arnavut, Ömer Seyfettin Çerkes, Ziya Gökalp Kürt’tür. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade Rusya’da yetişmiş aydınlardır. Türkçülüğün bu geleneği çok fazla değişmeden bugünlere gelmiştir. Ahmet Vefik Paşa’nın, ilk Müslüman Divan-ı Hümayun tercümanı Bulgarzade Yahya Efendi’nin torunu olduğu dolayısıyla da ceddinden gelen Rumcayı Türkçe kadar iyi bildiği de iddia edilmiştir. Jön Türkler devrindeki milliyetçilik cereyanı birkaç safhaya ayrılabilir. Muhalefet yıllarında, yani 1889–1908 arası, Türk milliyetçiliği açıkça ortaya konmuyordu. Çünkü azınlıklar, Padişah’a karşı kazanılacak zafer neticesinde bağımsızlıklarını elde etmek ümidiyle Jön Türkleri destekliyorlardı. Bunlar da, Türk milliyetçiliğini açıkça savunarak azınlıkları kendilerinden uzaklaştırmakta bir fayda görmüyorlardı. 1908–1913 arası Jön Türklerin milliyetçilik anlayışı daha belirli bir şekil alarak, Türk milli özelliklerine göre düzenlenmiş ve Türklerin hâkim durumda oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı Devleti meydana getirmek siyasetinde ifadesini bulmuştu. Bu siyaset, nüfusun çoğunluğu Hıristiyan olan Balkanlar’da ve Müslüman azınlıkların oturduğu Arnavutluk ve Yakın Doğu topraklarında zor kullanılarak uygulandı. Araplar bu acı günleri hala, Tetrik (Zorla Türkleştirme Politikası) olarak hatırlıyorlar. Bu politikalar, Arnavutluk ve Suriye’de isyanlara sebep oldu. Balkan Harbi’nin (1913) patlak vermesini körükledi. Neticede İmparatorluk, hem harbi hem de harple birlikte Balkanlardaki topraklarının çoğunu kaybetti. Bu yenilgi, milliyetçilerin şevkini kırmadı. Aksine, İmparatorluktaki Müslüman azınlıkları Türkleştirmek ve sınırlar dışındaki bütün Türkleri Turancılık ideali doğrultusunda tek bir ülke halinde birleştirmek için gayretlerini hızlandırdılar. Hatta Osmanlı Devleti’nin, Birinci Cihan Harbi’ne girişinin en önemli nedeni de budur: Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’yı sınırları arasına katabilmek. Henüz milli denecek bir kültür meydana gelmeden, pürüzsüz bir Türkçe yaratılmadan, Müslüman azınlıkları Türkleştirmeye kalkmak, neticesiz kalmaya mahkûm bir hareketti. Kuvvet kullanarak toplulukları ana dilinden mahrum etmeye kalkışmak, kültürün manasını takdir edemeyecek kadar geri bir hareketti. Zamanla Jön Türklerin Turancılığı ve laik görüşlerinin kuvvetlenmesi, Arapların Birinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere’yi desteklemelerine karar vermelerinde de mühim rol oynadı. Netice de Araplarla Türkler, hiç değilse nazari olarak, bölünmez tek bir İslam âleminin parçaları olmalarına ve Padişah’ın Halife sıfatı ile Cihat ilan ederek, bütün Müslümanları Osmanlı safında savaşa çağırmasına rağmen birbirleriyle harp ettiler. Arapların bu hareket tarzı, Türkiye’de Pan-İslamizm’i daha da itibardan düşürerek, milliyetçilerin durumunu büsbütün kuvvetlendirdi. Osmanlılık fikri, daha Balkan Harbi’nde (1913) manasını kaybetmişti. İşte bu devrede, Ziya Gökalp (1875–1924), milliyetçilerinin nazariyecisi olarak belirdi. Çok fazla taraftar da edindi. Gökalp, Türk kültürüne belirli milli bir karakter verebilmek ve devlet teşkilatını da ona göre düzenleyebilmek için Türkiye’de bir sıra reform yapılması gerekiyordu. Milli dil, İstanbul şivesinde Türkçe olacaktı. Milli devletin kurulabilmesi kanunlarda değişikliği zorunlu kılıyordu. Gökalp, laikçiliği, yani dinin devlette ayrılmasını ve devletin Şarklı tesirlerden temizlenmesini savunuyordu. Kanun yapma ve yürütmeyi sadece devletin vazifelerinden sayarak, şer’i kanunların ve Şer’iyye Evkaf Nezareti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Eğitimde, medrese-mektep sistemi yerine, tek bir sistemin uygulanmasına taraftardı. Ziya Gökalp, İslam Dini’nin Türk tarihinde ve günlük hayatta tuttuğu önemli yeri görüyor ve dini kişisel hayatın gerekli bir parçası sayıyordu. Fakat reformculuğu dine kadar uzanıyordu. 1918 yılında yazdığı Vatan şiirinin ilk dizeleri şunlardı: Bir ülke ki camiinde Türkçe Ezan okunur. Köylü anlar manasını namazdaki duanın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur. Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın... Ey Türkoğlu, iste senin orasıdır vatanın! Gökalp’ın ölümünden sonra da olsa, O’nun fikirlerinin birçoğunu hayata geçiren Mustafa Kemal Atatürk şöyle söylemişti: ‘Bedenimin babası Ali Rıza, fikirlerimin babası Ziya Gökalp, heyecanlarımın babası Namık Kemal’dir.’ Bir toprak ve devlete sahip olmayı, baki kalabilmek için yeterli görmeyen aydınlar, ırk esasına dayanan Türk milliyetçiliği şeklinde bir yapılanmanın gerekliliği üzerinde durmaya başladılar. Diğer bir ifade ile politik Türkçülük, yani siyasal bir kimlik oluşturmada Türklüğe ilk ciddi anlamda vurgu; Yusuf Akçura, Ahmet Agayef, Mehmet Fuat Köprülüzade, Hüseyinzade Ali, Şemsettin (Günaltay) gibi aydınlar tarafından yapılmıştır. Bu aydınlar bir araya gelerek; Türk Birliği Derneği, Türk Derneği Cemiyeti, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Türkçülüğe siyasi bir mahiyet kazandıran, onu siyasi ve sosyal bir kurtuluş programı olarak takdim eden kimse, Yusuf Akçura’dır. (1879–1935) Üç tarz-ı siyaset (1907) adlı makalesinde; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının tenkitlerini yaparak, bunlardan Türkçülüğün kurtarıcı olacağını söylemiştir. d. Batıcılık: II. Meşrutiyet sonrası gelişen fikir akımlarından biri de Batıcılıktır. Önde gelen temsilcileri olarak; Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Kılıçzade Hakkı ve Ahmet Muhtar’ı sayabiliriz. İstanbul’da yayımlanan Mehtap ve Kahire’de yayımlanan İctihad dergileriyle görüşlerini yaydılar. İctihad’ın sahibi Abdullah Cevdet, dergiyi İstanbul’da da yayımlamaya başlayınca Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri (İleri) de derginin yazar kadrosuna katıldı. Batıcılara göre, Osmanlı Devleti’nin gelişmesi için tek yol batılılaşmaktır. Bu yapılmazsa, Avrupa Devletleri, imparatorluğu ele geçireceklerdi. Celal Nuri, Avrupa’dan yalnız tekniğin alınamayacağını tekniği yaratan düşüncenin de alınması gerektiğini savundu. Ancak körü körüne Batı’nın taklit edilmemesi gerektiğini vurguladı. Bazı Batı kurumlarını eleştirdi. Batıcılar arasındaki kırılma noktası, Celal Nuri’nin Balkan Savaşı sonrası yazdığı bir yazı oldu. Nuri, bu yazısında batılılaşmanın Batı’ya rağmen yapılması gerektiğini söylüyordu. Abdullah Cevdet ise, Batı’nın bir üstünlük olduğunu, onun gülü ve dikeniyle alınmasının zorunlu olduğunu belirtti. Celal Nuri gibi düşünenlere kısmî batıcılar dendi. Abdullah Cevdet gibi düşünenler ise tam batıcılar olarak adlandırıldılar. Batıcıların ileri sürdükleri başlıca yenileşme çaresi, eğitim yoluyla halkın aydınlatılmasıydı. Devletin başına gelen bütün felaketlerin kaynağı olarak bilgisizliği görüyorlardı. Eğitim, olaylar arasında, sebep-sonuç ilgilerinin kurulmasına ve tabiatüstü fatalist izahlar yerine bu ilgilerin kabul edilmesini sağlayacaktı. Aile ile ilgili olarak, tek eş uygulamasının zorunlu tutulmasını, kadınların daha özgür yaşamalarını, şeriat mahkemeleri yerine Batılı Medeni Kanunun uygulanacağı Laik mahkemelerin kurulmasını, Latin harflerinin kabulünü, kaderci anlayışı beslediği gerekçesiyle tekkelerin kapatılmasını istiyorlardı. Ekonomi alanında ise; sanayileşmeyi sağlayıp, yol ve ulaştırma araçlarının geliştirilmesiyle milli bir ekonominin kurulmasını istiyorlardı. İnanç kaynağı olarak Müslümanlığa ve onun evrensel değerlerine inanıyorlardı. Osmanlılığı ise, hem çeşitli milletlerden meydana gelen bir devletin birliğini sağlayacak ana prensip olarak hem de imparatorluğun temeli ve kuvvet kaynağı olarak İslamiyet’i mantıken tamamlayan bir unsur olarak kabul ediyorlardı. Türkçülüğe ise karşı idiler. Batıcılığın temsilcileri sonraki dönemlerde, çeşitli siyasal ve bürokratik görevlere yükselmişlerdir. Mesela Abdullah Cevdet, 1918 ila 1922 yılları arasında, Sıhhat ve İçtima-ı Muavenat Umum Müdürlüğü yaparken, Kılıçzade Hakkı ve Celal Nuri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde mebusluk yapmıştır. Celal Nuri, 1924 Anayasa’sı hazırlanırken raportörlük görevinde bulunmuştur. O, aynı zamanda Cumhuriyetçiydi. Bir zamanlar, toplumun sağlığı ile ilgili bir birimi yönetmiş olan Abdullah Cevdet, Türkiye’nin Batı ile ilişkisi bakımından tuhaf bir tezi, Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra önermişti. Toplumumuzda damızlık erkek önerisi ile hatırlanan tezin özeti şuydu: İtalyan ve Almanlardan meydana gelen insanları Türkiye’ye getirip, Türk insanları ile evlenmelerini sağlayarak, ‘kanlarımıza kanlarını ilave etmek ‘ müspet bir sağlık politikası olabilirdi. Garpçılar (Batıcılar), daima çelişkiler içerisinde bulunduklarından, Cumhuriyet rejiminin başından, hayatlarının sonuna kadar değişik tezler içerisinde bulunmuşlardır. Bununla birlikte, Cumhuriyet rejiminde düşünülen tartışılan ve konuşulan devrimlerle Batıcıların programları arasında oldukça benzerlik ve paralellik görülmektedir. Yine Abdullah Cevdet, İslam dinindeki katılaşmadan bahsederek, Bahaîliği öven bir yazı yazmıştı. Bu tür yazıları arttığında ise hakkında İslam’ın mukaddes değerlerine hürmetsizlikten dava açılmıştı. Cevdet, bu davadan beraat etmiştir. Batıcılığın bir etki alanı olarak, İslamcı- Batıcılardan da bahsedilmelidir. İslamcı akımlar, İlerlemek amacıyla Avrupa’nın bilim ve tekniğine ihtiyaç duyuyorlardı. Avrupa’nın ise Doğu’nun yani İslam’ın ahlak ve terbiyesine ihtiyaç duyduğunu düşünerek var güçleriyle bunu sağlamaya çalışanlar da oldu. Bu tez ile İslamcı- Garpçılığa ulaşanlar olmuştur. Bu suretle ortaya mutedil bir İslamcılık, İslamcı-Garpçılık çıkarak ana cereyanlardan bir kol ayrılmıştır. Bu kola mensup olanlar, İslamcılık cereyanının nakilci ve muhafazakârlarından ayrı olarak rasyonalist olanlarıydı. Osmanlı imparatorluğunun gerilemesinin temelinde; hurafelerin, batıl itikatların ve dervişliğin yattığını iddia etmişlerdir. Bu noktada, M. Şemseddin ile Dr. Abdullah Cevdet ile Kılıçzâde Hakkı’nın benzer görüşleri vardır. Nitekim M. Şemseddin bu konunun üzerinde titizlikle durarak, bu konu hakkında, Hurafattan Hakikata adlı bir eser de kaleme almıştır. Sadrazam Prens Said Halim Paşa da İslamcı- Batıcı gruba dâhildir. Bu akımların, bazı ortak yanlarını şöyle sıralayabiliriz: 1- Hepsi, tarihi olayların getirdiği gündelik ihtiyaçlardan doğmuştur. Yıkılmakta olan Osmanlı Devletini kurtarmak ve milletimize eski şan ve kudretini geri vermek endişesi hepsine hâkimdir. 2- Hepsi Batının üstünlüğünü kabul etmiştir. Şu veya bu yoldan Avrupa milletleri ile boy ölçüşecek bir millet meydana getirmek özlemi içerisindedir. 3- Bunların çoğu siyasal ve sosyal alanda hareket (aksiyon) haline geçmeye hazır düşüncelerdir. Ne var ki işi günlük siyasete, parti kavgalarına dökmezler. Hükümetle çatışacak duruma geçmezler. Daha çok geleceği hazırlayan bir fikir niteliğinde kalırlar. 4- Hepsinde görülen temel düşünce, Tanzimat’ın getirdiği taklit Batıcılığı hayatımızda sürüp gitmekte olan Doğu-Batı ikiciliğini gidermektir. Türk toplumuna milli kişilik vermek için sistem hazırlamaya çalışırlar. 5- Bu akımlar, maddeci ve iktisatçı olmaktan çok, ülkücü ve ahlakçıdırlar. İktisadi durum üzerine pek az kafa yorulmuştur. Sadece romantik bir halde, kapitülasyonlardan ve Avrupa’nın iktisadi, mali baskısından kurtulmak arzuları vardır. 6- Bunların hepsi çıkışlarında uzlaşmaz ve aşırı görünürler. Fakat zamanla yumuşamış, gerçek hayatı (realiteyi) kabule yanaşmışlardır. Bu akımlar arasında bir sentez fikri, kimi aydınlar tarafından gündeme getirildi. Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp’ın ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ tezi (Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim!) tezi bu sentezin bir ifadesidir. M. Şemseddin ise kurtuluş yolunu, 1916 yılında şu görüşleri ifade ediyordu: Anadolu yok olmaya doğru sürüklenirken başka türlü ve farklı gayelere yönelik olan Türkçülüğü, bugün için zararlı ve yarın için de faydasız görüyoruz. Fakat önce Anadolu kurtarılırsa, Türkiye kurtulur. Türkiye kurtulursa Turan dirilir. Turan’la beraber İslam âleminde Hilafet makamından yayılacak ışık sayesinde bir çeşit inkılâp yapılabilir. Takvimler 1923 yılını gösterdiğinde Günaltay, Ziya Gökalp’ın meşhur üçlemesini andıran bir sentez ile karşımıza çıkıyordu: İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Türkleşmek. Cumhuriyet’in kuruluş yılında basılan kitabında Günaltay;‘Her üç akım da ruhi, hayati, hakiki ihtiyaçlardan doğmuştur. Bununla beraber aslında bu üç fikir birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısı ve kuvvetlendiricisidir. Maddi ve ruhi hayatın gelişmesi için, mutlaka Cumhuriyet ilkelerinin bu üç fikre dayanması lazımdır. Bunlardan biri diğerinin aşırılığına feda edilirse; içtimai tekâmül, ruhi yücelme, asra uygun gelişme meydana gelemez. Dini taassup kadar milli taassup ve yenilikçi taassup da zararlıdır. Bizim için kurtuluş yolu, Türk-İslam kültürü çerçevesinde bir medeniyet yoludur.’ demişti. Görüldüğü üzere, Türk aydını konjonktürel şartların değişmesiyle, fikir akımları arasında yatay veya dikey anlamda çeşitli geçişler yapabilmişlerdir. SONUÇ Bugünkü siyasal düzlemde, Türk siyasi hayatında, siyasal İslamcı, milliyetçi, liberal ve hatta batı taraftarı bir çeşit İslamcılık olarak adlandırılabilecek ve esin kaynağı yanlış olarak Hristiyan Demokrat Partiler sanılan,muhafazakar demokrat oluşumlar bulunmaktadır. Aslında muhafazakar demokrat oluşumların kökeni İslamcı-Batıcı gruba kadar uzanmaktadır. Devletin ilelebetliği düşüncesi, Türk aydınının zihninde yeni arayışlar, yeni sentezler, bazen fikir değiştirmeler şeklinde çözüm arayışını tetiklemiştir. Bu akımların hepsi yeni kurulan devlete az çok etki etmişse de, Batıcılık akımı ile Türkçülük akımı yeni Türkiye Cumhuriyetin fikri temelini inşa etmiştir.

Hiç yorum yok: