8 Mayıs 2009 Cuma

İslami ProgramLar DownLoad

İslami ProgramLar DownLoad

5 Mayıs 2009 Salı

Kitap:İslam Peygamberi - M.Hamidullah

Yazan: Ali Bulaç Kaynak: Zaman Kitap Eki Peygamberler ve Hz. Peygamber'in hayatını anlatan kitapların telifi bir bakıma İslam yazılım geleneğinin ilk halkalarından üçüncüsünü teşkil eder. Birinci halkada Kur'an vahyinin önce vahiy katipleri tarafından çeşitli nesnelere yazılması, ardından tamamlanmış vahyin toplanması sonucunda ilk nüshanın çoğaltılması amacıyla iki kapak arasında, yani bir mushafta toplanması yer almaktadır. İkinci halkayı 23 yıllık tebliği sırasında Hz. Peygamber'in (sas) söyledikleri, yaptıkları ve huzurunda yapılanları sükut (ikrar) ile karşılaması teşkil eder. Her üç durumun ortak ifadesi "Hadis"tir. Başlangıçta Hz. Peygamber, Kur'an ile şahsi sözlerinin birbirine karışmaması amacıyla hadislerin yazılmasını yasaklamıştı, söz konusu tehlike geçtikten sonra "İlmi kaydedin." buyurdu, böylelikle hadisler de yazıya geçirilmiş oldu. Üçüncü halka Hz. Peygamber'in irtihalinden hemen sonra hayatının kaleme alınması faaliyeti oluşturur. Kur'an'da haklarında verilen bilgiler referans alınarak sonraları buna diğer peygamberlerin hayatı eklenmiştir ki, literatürde bunun ismi "kıssalar"dır (Kısasü'l-enbiya). Hz. Peygamber'in yapıp ettikleri ile hayatının adeta mercek altına alınıp yazılması "Siret ve siyer"in ana konusunu teşkil eder. İlk siyer çalışması İbn İshak'a aittir, Hicri 213'te vefat eden İbn Hişam'ın Siyeri (Es Siretü'n-Nebeviyye) bu konuda en çok şöhret bulan eserdir. Arkasından başka önemli siyer ve tabakat kitapları yazılmıştır. Mesela İbn Sa'd'ın Tabakat'ı bunlardan meşhur olanıdır. Hz. Peygamber'in hayatını ele alan eserlerin tam bir dökümünü yapmak hemen hemen mümkün değildir. Mübalağasız bunun binlerle ifade edilmesi mümkündür. İnsaf sahibi oryantalistlerin de itiraf ettiği gibi, tarihte hiçbir dini liderin hayatı Hz. Peygamber kadar ayrıntılı yazılmamış, kimse hakkında bu kadar eser telif edilmemiştir. Şu hususun altını çizmekte yarar var: Başka dinlerde ve özellikle Hıristiyanlıkta kurucu liderin hayatı ile İslam dininin Peygamber'i arasında temel bir fark söz konusudur. Dinin ana referans çerçevesi açısından, siyer kitapları bağlayıcı olmayan 'yardımcı bilgi' kaynakları hükmündedir. İki bağlayıcı kaynak, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'tir. Siyer kitapları bunların devamında açıklayıcı tarihi bilgiler verir. Bu açıdan Hıristiyanlıkta tamı tamına İncillere tekabül ederler. Bir analoji yapmak icap ederse, Hıristiyan teolojisi içinden Hz. İsa'nın bedeni bizzat vahiydir; İslamiyet'te Kur'an ona karşılıktır. Hadislerin Hıristiyanlıkta karşılığı yoktur. İnciller, Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden çok sonra -30 ile 60 sene arası- Hz. İsa'nın gezip dolaştığı yerlerdeki şifahi bilgileri toplama esasına dayanırlar, üstelik Hz. İsa ilahi vahyi Aramice aldığı halde, İncil yazarları Hz. İsa hakkında topladıkları bilgileri Grekçe olarak kaleme aldılar. Başka bir ifadeyle İnciller, Hıristiyanlığın "Grekçe siyer kitapları" sayılırlar. Her zaman diliminde yeni siyer kitaplarının yazılmış olması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Denebilir ki, her yeni siyer, ilk bilgi kaynakları esas alınarak Hz. Peygamber'in hayatının ve kişiliğinin yapılmış farklı bir resmidir. Bu açıdan siyer edebiyatında siyercinin şahsi bilgi birikimi, aldığı eğitim, içinde bulunduğu sosyal ve maddi durum, siyasi ve mezhebi görüşleri ile zamanı önemlidir. İlk siyer kitapları ile modern siyer kitapları arasında dikkat çekici mahiyette resim farkı var. Mesela modern siyerlerde Hz. Peygamber, neredeyse salt bir devlet adamı, politik başarılara imza atan bir lider, muzaffer bir askeri komutan ve bir toplum kurucu olarak tasvir edilir. Klasik siyerlerde ise onun daha insani, gündelik ve manevi hayatı ön planda bulunmaktadır. Modern zamanlarda yazılmış en başarılı siyer kitabı hangisidir, diye sorulacak olursa, tartışmasız Prof. Muhammed Hamidullah'ın iki ciltlik İslam Peygamberi'dir derim. 20 yıllık sabırlı bir çalışmanın sonucu kaleme alınmış olan bu muhteşem eserin iki önemli özelliği var: Biri ilk kaynaklara dayanıyor olması; diğeri, müellifin eseri kaleme alırken, doğumundan irtihaline kadar Hz. Peygamber'in hayatında -Mekke, Medine, Taif vd.- takip ettiği güzergahları adım adım takip etmiş olmasıdır. Eser aynı zamanda olayların ve klasik bilgilerin bir kritiğini de yapar. Bu açıdan Hamidullah, naçizane kanaatime göre İbn İshak, İbn Hişam ve İbn Sa'da gibi bu sahanın önemli isimlerinden biridir.

Kitap:Ebuzer -hakan Albayrak

Ebuzer -hakan Albayrak
Ebuzer ,hakan Albayrak
Kitap Tanıtımı


Hakan Albayrakın kitabı olması bize güzel bir kitap olacağını okumadan müjdelese de bu bir tahminden öte olmadığından baştan sona okuması bir saati geçmeyen çabuk roman Ebuzeri bir nefeste okuyuvermiş ve tahminlerimin bu kitabın güzelliği hususunda

Hakan Albayrak VADİ YAYINLARI Ebuzer'i ortak manevi tarihimizin en tevekküle açık, en iğneyi kendine batıran, en bıçak sırtında yürüyen ve en anlamı çağıran güncellemesi olduğu için önemsiyorum. Hem yitirilmiş vicdanımızı yeniden aramaya koyulan ve hem de bir türlü deşemediğimiz kimlik yaralarına cesaretle neşter vuran bu yazınsal çabayı heyecan ve takdirle karşılıyorum. Ebuzer, bir yandan içimize sıkıntılar düşüren karmaşanın röntgenini çekerken, bir yandan da bağlısı olduğumuz insani damarın, yani Malcolm'ın, İmam'ın, Aliya'nın ve öteki mübarek yolcuların 'yol'una dair umut verici kıvılcımlar çaktırıyor. Böyle düşünsel bir çabaya, böyle sorumlu bir vicdana ve böyle sarsıcı bir metne ihtiyacımız vardı.Hakan Albayrak’ın kitabı olması bize güzel bir kitap olacağını okumadan müjdelese de bu bir tahminden öte olmadığından baştan sona okuması bir saati geçmeyen çabuk roman Ebuzer’i bir nefeste okuyuvermiş ve tahminlerimin bu kitabın güzelliği hususunda ne kadar aciz kaldığını anlayıvermiştim. Üzerinden aylar geçtikten sonra kitap hakkında bir şeyler yazmak için göz atmak maksadıyla kitabı tekrar elime aldım ve sadece göz atmaya niyetlendiğim kitabı tekrar okudum. Eleştirilebilecek bir yer, beğenilmeyecek bir yön aradım. Ya benim yetersizliğim yahut kitabın mükemmele yakınlığı nedeniyle olumsuz bir şeyler bulamadım. Kitap, yolumuza ışık tutanların neden önemli olduklarını anlatma çabası içindeyken bize de onlara bir teşekkürden fazlasını borçlu olduğumuzu söylüyor. Tevazuya önem verip gösterişi lanetleyen kitap söylemek istediklerini alışılagelmiş ve sloganlaşmış bir biçimde söylemek yerine bir bölümü/hikayeyi en fazla iki sayfada anlattıktan sonra son cümleyi Hakan Albayrak’ın kendine mahsus vurucu, hafif alaylı, sert üslubuyla söyleyip sonraki bölüme okurun bir vurgun daha yemiş biçimde geçmesini sağlıyor. Her bölümün sonunda okurun kendisini tartmasını bekleyen kitap nihayete erdiğinde, bizi, önem vermemiz gereken, bazen topluma bilinçli bir şekilde empoze edilmiş önyargılardan etkilenerek hakkında yanlış düşündüğümüz hususların hepsini bir kere daha düşünmüş bir şekilde kendi kendimize terk ediyor. Kitap samimiyet kokuyor. Bitirdiğinizde içinize dokunan bir film izlemiş ya da sizi vecd haline sokan bir müzik dinlemişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Aslında en etkileyici kitap ve romanların hacimli kitaplar olmaları beklenir, çünkü kitap ancak uzun bir okuma sonucu okuru tamamen sarıp kendi atmosferiyle hemhal edebilir diye düşünülür. Bu fikir doğru gibi görünse de Hakan Albayrak gibi okuyucuyu kısa sürede kitapla hemhal edebilecek bir üsluba sahip olan yazarların kitapları için geçerli değildir. Dolayısıyla minik bir görünüme sahip olan bu eser size bir çok hacimli eserden daha çok tesir edebilir. Gerçi kitabın arka kapağında yer alan Gökhan Özcan’ın Ebuzer eleştirisi bu yazıyı tamamen değersiz kılacak kadar güzel ama belki de bu yazı Ebuzer diye bir kitaptan bîhaber olan bir kişinin kitabı alıp hem kitabı hem de Gökhan Özcan’ın eleştirisini okumasına vesile olur. KAYNAK

Mustafa İslamoğlunun Üç Muhammed adlı kitabından önemli notlar.

Mustafa İslamoğlunun Üç Muhammed adlı kitabından önemli notlar.
Mustafa İslamoğlunun Üç Muhammed adlı kitabından önemli notlar.

Mustafa İslamoğlunun Üç Muhammed adlı kitabından önemli notlar.

Birinci Bölüm: AŞIRI YÜCELTMECİ PEYGAMBER TASAVVURU 1) İnsan ve Bilgi İnsan her şeyi tanımak, anlamak ve anlamlandırmak ister. Kendi varlığıyla diğer varlılar arsındaki ilişkiyi çözmeye çalışır. Bu ilişkiyi çözmede ilk başvuru kaynağı ‘tasavvur’dur. Çünkü kelimeler içerik ve anlamlarını önce zihinde kazanır. İnsan tasavvurunu oluşturan bilgi ya fıtridir, ya da sonradan kazanılmıştır. Bilginin en aşağı derecesi insanın biyolojik varlığına, en üst derecesi ise ruhuna hayat verir. Doğru bilgi doğru bilinci kurar. Ama doru bilgiye ulaşmak yetmez. Onun doğru anlaşılması da gerekir. 2) Anlama Problemi İnsanoğlunun En Ezeli Problemidir Her yanlış anlama, gerçekte bir anlamamadır. Anlamak en eski problemlerdendir. Örneğin, Hz. Muhammed de yanlış anlaşılmıştır. Onun görevi insanın yanlış anladığı, anlayamadığı şeyleri anlamlandırmanın, doğru anlamanın yollarını göstermektir. Ama bazıları Peygamberin görevi bir yana, Peygamberin varlığını yanlış anlamışlardır. Kimiler onu sadece Araplara has kılarak indirgemiş. Kimileri de onun ölmediğini, ebedi olduğunu ileri sürerek aşırı yüceltmiştir. 3) Aşırı Yüceltmenin Sonucu Hayattan Dışlamadır Peygamberi ve misyonunu hayattan dışlamak, Hz. Peygamberi ve peygamberlik kurumunu yanlış anlamanın en vehim sonucudur. Peygamberi aşırı yücelterek yani ona melekuti - ilahi bir anlam vererek onun örnekliğini ortadan kaldırıyor yani onu hayattan dışlıyorlar. Peygamberin insan olmasına karşı çıkıp melek olmasını istiyorlar. Aşırı yüceltme sonucunda yücelten ile yüceltilen arasındaki ilişki boyut değiştirir. Yani durum yatay (insan-insan) ilişkiden çıkıp, dikey (insan-aşkın) ilişkiye döner. 4) ‘Yatay İlişki’den ‘Dikey İlişki’ye, ‘Makul’den ‘Mahsus’a İlişkinin mahiyeti değişince, bakış açısı, algılama biçimi de algılayan için değişir. Yani algılayan üzerindeki etki ve onun vereceği tepki değişir. Artık algılayan kişi olaya makul (aklı ile) bakmaz, o artık mahsus (hisleri ile) bakar. Artık o, anlamaya değil hayran olmaya meyillidir. Artık her şey, anlaşılabilecek şeyler bile esrarlı hale gelir. Ve peygamber artık efsaneler ülkesine ait olur. 5) Aşırı Yüceltmenin Psikolojik Arka Planı İnsan-insan ilişkisinin, insan-Allah ilişkisinden mahiyet açısından farklı ve yatay bir ilişki olduğunu benimsemek, mahsus olana karşı makul olanı kabul etmek insana özgüven kazandırır. Yani insan mahsus-makul arasındaki farkı, yatay ilişki-dikey ilişki arasındaki farkı anlamazsa, anlamamışsa, benimsememişse özgüveni kaybolur. Özgüven; insanın kendi misyonuyla tatmin olması, başka alemlere ait varlıkların misyonunu üstlenmeye kalkışmamasıdır. Kişiye özgüveni inandığı değerler verir. Özgüveni olmayan kimse inandığı değerlere güvenmeyen, yeterince güvenmeyen ya da o değerlerin yeterince yüce olduğuna kendisini inandıramamış olan kişilerdir. Ve işte bu yüzden kişi yüce olduğuna inanmadığı değerlere tasavvurunda yücelikler (olağanüstülükler) ilave eder. Aslında bu, değerleri yüceltmek değil kişinin kendi egosunu yüceltmesidir. İşte aşırı yüceltmenin psikolojik arka planı budur. Aşırı yüceltme yanlıları yücelttikleri değerleri elbette severler ama bu sevgi üretici değil tüketici bir sevgidir. Yani tutkudur. Tutku tutuklar, ama sevgi azad eder, özgür bırakır. Hz. Muhammed’i aşırı yücelterek bilmeden hayattan dışlayanların çoğu, gerçekten de onu seven ve sevgisini nasıl ispat edeceğini bilemeyen kimselerdir. Bu yüzden sevgileri tüketicidir, bu yüzden sevginin karasıyla severler. Ak sevda; sevenin yüzünü, gözünü, özünü, aklını aydınlatır. Kara sevda; sevenin yüzünü, gözünü, özünü, aklını karartır, yüreğini sevdiğine zindan eder. 6) Aşırı Yüceltmenin Sosyolojik Arka Planı Bedevi arapların aklı, anlayış tarzı, Allah’a – insana – doğaya bakış tarzı Kuran’da yerilir. Çünkü bu cahiliyye aklıdır. Cahili/bedevi akıl, sahte bir kutsallık, bir efsanevi olağanüstülük atfetmeden bir gücü ve iktidarı elde edemiyor ya da tutamıyordu. Cahili akıl bu şekilde olağanüstülüklerle halkı etkisi altına alıyor, bu efsaneleştirmeyi iktidar elde etmek için kullanıyordu. Ve işte bu insan-insan, insan-Allah, mümin-peygamber ilişkisini bozdu. Cahili/bedevi/mahsus akıl, toptancılığa çağırır, abartmaya, büyütmeye çağırır. Ama Kuran aklı/ makul akıl seçiciliğe, açıklamaya çağırır. Düşünmeye çağırır. Kim hakkında ne söyleyeceğini nasıl söyleyeceğini düşünmeye çağırır. Ama cahili akıl seçici olmaz, düşünmez, o toptancılığı tercih eder, olağanüstüleştirir. Olur olmaz insanları (çıkarı olduğu için) över, göklere çıkarır, işine gelmeyenleri yerin dibine sokar. Ayrıca biraz farklı olan bir olayı ilk fırsatta efsaneleştirir. Mesela, güneş tutulmasını o gün olan bir olaya bağlar, ‘o olay veya o kişi yüzünden güneş tutuldu’ deyip hiç düşünmeden o kişiyi efsaneleştirir. Ama Kuran düşünmeye çağırır, Güneş tutulmasının Allah’ın ayetlerinden olduğunu ve bunların kişiye veya olaya göre değişmeyeceğini söyler. Bir Hristiyanlaşma Temayülü Olarak Aşırı Yüceltme Peygamberlik kurumu insanlık tarihi boyunca iki tür tehditle karşı karşıya geldi. Birincisi, peygamberin fiziki varlığına yönelik tehditler (örneğin; görmezden gelme, tehdit ve taciz ile yıldırma, canına kast etme). İkincisi, peygamberin tebliğ ettiği vahye yönelik tehditlerdir (örneğin; getirdiği mesajın özünü bozma, eksiltme ve artırma yoluyla tahrif etme). İlahi mesajı saptırmaya yönelik en tehlikeli çabalar onu anlaşılır ve yaşanır olmaktan uzaklaştıran çabalardır. Bunlar ikiye ayrılır: Birincisi, yahudileşme temayülüdür. İlahi mesajın özünü bozmaya, onu tahrif ve tahrip etmeye yönelik açık tehdittir, fark edilebilir. İkincisi, hristiyanlaşma temayülüdür. Görünürde ilahi mesaja ve peygamberlik kurumuna saygı ve sevgiye dayalıymış gibi duran, fakat sonucu itibariyle yahudileşme temayülünden daha vahim olan gizli ve zor fark edilir bir tehdittir. Yahudileşme açık düşmanlık şeklinde tezahür eder. Ama hristiyanlaşma, peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür eder. 1) Meryem Oğlu İsa Hz. İsa hakkında bir çok kaynak farklı farklı cevaplar verir. Ama bu bilgiler birbirleriyle uyuşmaz, hatta bazen çelişir. Hz. İsa ile ilgili en doğru gerçeği Kuran söyler. Kuran’daki bilgilerin yanlışlığı yönünde hiçbir delil keşfedilememiştir. Kuran’ın verdiği bu bilginin kimi unsurları rasyonel (akli) bilgi türüne girmeyebilir ve girmesi de gerekmez. Çünkü tüm varlığın rasyonel olduğu, insan tarafından ’bilinebilir ve kavranabilir’ olduğu iddiası insanoğlunun en büyük yalanıdır. Kuran aşkın bir kaynaktan doğan ilahi bir kelamdır, bu tür bir rasyonalizme boyun eğmez, yani içeriği sırf insanın kavrayabileceği şeylerle dolu değildir. Ama Kuran kutsalla ilişkili, fıtrat alt yapısı üzerinde kendine özgü bir rasyonelliğin temellerini atar. Hz. İsa’nın doğumuna ilişkin olağanüstülüklerden bahseden Kuran, bu doğumun sonuçlarını mahsusun alanına mahkum etmez. Ve bütün bu olanları makulün alanına sokar, ondan makul sonuçlar elde edilmesi için müminleri uyarır. İnciller olarak bilinen metinler, İsa’dan çok sonra havarilere ait kimi risalelerden alıntılarla oluşturulan ve 325 yılında İznik Konsili’nin üçte birinin onayıyla meşru kabul edilen kilise İncilleridir. Öyle zamanlar geldi ki çok kişi el yazıyla İncilleri kaleme aldı ve bu İncillerin bazı yerleri birbirinden farklıydı. Ki İznik Konsili tarafından kabul edilen İncillerin de içinde birçok tutarsızlık, belirsizlik bulunuyor. Bu farklılıklar da Hz. İsa olayını efsaneleştiriyor, mitolojik bir olay yapıyor. 2) Mecazdan Hakikate: Baba-Oğul ‘’ İsa onlara cevap verdi: ‘Size dedim ve iman etmiyorsunuz. Babamın ismiyle yaptığım işler benim için şahadet ediyor. Fakat siz iman etmiyorsunuz, çünkü koyunlarım değilsiniz. Halbuki ben koyunlarıma ebedi hayat veririm ve böylece kimse onları elimden kapamaz. Onları bana veren Babam hepsinden büyüktür. Baba ve ben biriz.’’ (Yuhanna, 10.25-30) İncildeki metinler İsa’nın ağzından çıkan kelimelerin kaydı değildir. Kilisenin İncillerdir. Ama kilise İncillerinin rivayetleri metodolojik açıdan hadis rivayetleri gibi lafzen değil manen yapılmış rivayetlerdir. Mana ile rivayet; anlamın formuna dikkat edilmeksizin içeriğinin taşınması demektir. Yukarıdaki metinde geçen ‘koyunlarım’ ifadesi gerçek koyuna değil de kendisini takip eden kimselere delalet eder. ‘hayat vermek’ de vahiy vermek anlamındadır. ‘kapmak’ ifadesi de şeytani ayartma anlamındadır. Yani bu metin sembolik ifadelerle yazılmış bir metindir. Yani mecazlarla yazılmış bir metindir. Ve metindeki ‘Baba’ ifadesi de semboliktir. Büyük olan anlamındadır. ‘Babam hepsinden büyüktür’ ifadesinin bizdeki karşılığı ‘Allahu Ekber’dir. Yani hristiyan ilahiyatının en büyük problemlerinden biri ‘anlamama problemidir’ ve ‘mecazın hakikate dönüştürülmesi’ teokratik (inançsal) bir krize yol açmıştır. ‘Baba’ sembolü israiloğullarının dini metinlerinde ve geleneğinde ‘Allah’ yerine mecaz olarak kullanılır. Tevrat kitaplarında Allah birçok yerde eb/peder (baba) lafzı ile nitelendirilmiştir. Eb’in lügat manası ‘meyve veren’dir. Allah da tüm varlıkların mucidi ve tüm kainatın yaratıcısıdır. Fakat kilise ve onun icat ettiği Yeni Ahid kitapları bu durumda büyük bir istismar sergiledi. 3) Pavlus Bir İslam peygamberi olan Allah’ın kulu ve elçisi Hz. İsa’yı öldürüp onun yerine muhayyel ve düzmece bir Tanrı-İsa kurgulayan kişidir. -Hz. İsa, ‘Kutsal Kavim’ putunun peşindeki israiloğullarının bu inanç sistemini kıran kişidir. Pavlus ise, Hz. İsa’nın getirdiği yeni insan tasavvurunu kıran kişidir. -Hz. İsa Eski Ahid’in ‘Din kutsal kavim içindir’ projesini ‘Din, her bireyi özgün bir model olan insan içindir’e çevirdi. Pavlus ise bunu ‘Din de birey de kilise içindir’e çevirdi. -Hz. İsa, insan merkezli hümaniter bir din geliştirdi. Pavlus ise, kilise merkezli religiokrat ‘din adamları’ bir din tasavvuru yerleştirdi. Pavlus Hz. İsa’nın getirdiği mesajı, putperest Roma’nın istediği şekilde evcilleştirip, İsa’nın peşinden giden bir Roma yerine Roma’nın pagan kültürüne eklenmiş bir hristiyanlık icat etti. Pavlus, eğitimgörmüş, Helenistik kültür içinde yetişmiş, Yahudi bir Roma yurttaşıydı. Aziz olmadan önce hristiyanlara işkence etmişti. Pavlus, Allah’ın kelimesi İsa’ya kafasında kurguladığı yanlış bir anlam yüklemiş ve böylece onu nesnelleştirmiştir. Nesnelleştirmek demek, onu tasavvurunda bambaşka bir şekilde kurgulamak demektir. Hileli mantık oyunlarına çokça başvuran Pavlus, amaçlarına erişebilmek için Yahudilerin var olan sünnetlerini terk edip reddederek ve yeni tekvin için yeni bir din kurucusu gibi davrandı. Hz. İsa’nın şahsını aşırı yüceltmeye ve insanüstüleştirmeye tabi tutarak kendi pagan din tasavvurunu meşrulaştırma aracı olarak kullandı. Ve putperest Roma tasavvurunun tüm unsurlarını taşıyan bir kilise kurarak İsa’yı oraya hapsetti. 4) Günah Üzerine Din, Zulüm Üzerine İman İnşa Etmek Hristiyanlığın en görünür simgesi haçtır. Ve İsa haça gerildi. Hz. İsa’nın haça gerilmesinin tek açıklaması ‘İlk Günah’tır. Pavlus, ilk günah teorisiyle bireyleri eşitler. Yani her insanı eşit konuma getirir. Ve ‘Hz. İsa insanları günahlarından kurtarmak için kendini feda etti’ düşüncesi, ilk günah teorisinin sonucudur. Pavlus ’günah’ temeli üzerine din inşa etti. Çünkü insanları doğuştan günahkar olduklarına ikna edebilirse, mucidi olduğu kiliseyi sonsuza kadar yaşatabileceğini düşündü. Yani insanlar doğuştan günahkar olduklarını düşünürlerse bu günahtan kurtulabilmek, temizlenmek isteyeceklerdi. İşte bunu kilise gerçekleştirecekti. Hristiyan dogmasına göre; İsa kendi bireyselliğinde günahsızdı, çünkü o bir Tanrıydı ve günah yaratamazdı (işleyemezdi). Ama tüm insanların günahları toplamı için acı çekmiş ve bedelini yaşamıyla ödemişti. Bir Musevi için günahın iki sonucu vardır. Ya Rab cezalandırır ya da bağışlar. Ama Pavlus Musevi geleneğine üçüncü bir seçenek ekledi: Acı çekmek. Pavlus hristiyanlığında acı ve ızdırap çekmek bir iman şartıydı. Pavlus herkesten vaftiz olarak arınmasını ya da İsa gibi acı çekerek günahlarını affettirmesini istiyordu. Çünkü Pavlusa göre vicdanın temizliği yani ‘tevbe (derin pişmanlık)’ insanı masum kılmaya yetmezdi. Bu korkunç öğreti zulmü içselleştirmekten ve ona dinsel bir kılıf uydurmaktan başka bir şey değildi. Acı çekmek insanı masum kılmanın tek yoluydu. Hristiyan olmayan ya da sapık olan birine acı çektirmek ona iyilik etmek demekti. Bunun sonucunda en iğrenç canavarlıklar dahi din kisvesi altında meşrulaştırıldı. İnsanı günahkar ve suçlu bir varlık olarak algılama, dünyada insanın değil Tanrı’nın krallığını bekleme gibi bir sonuç doğurdu. Bu da Mesihçi (Müslümanlara mehdicilik olarak yansımıştır) teorilerin gelişmesine neden oldu. Zamanla kilisenin otoritesi kurumsallaştırıldı. Hristiyan Roma imparatorlarının da desteğini alan kilise, İsa’nın öğretilerini kilisenin iradesine uydurdu. Yani tevhidi unsurlar her yolu kullanarak yok edildi. ‘Tanrı insanı ilahileştirmek için kendini insan(i)leştirdi.’ İşte bu yorumla religiokratlar (din adamları), ilahi konularda en yüce makam kisvesine büründüler, yeryüzünde Tanrı’nın Bir ve Kutsal Vekilleri gibi davrandılar. Kurumsallaştırılmış bir Tanrı haline getirilen İsa’ya karşı ateistlerden eleştiriler yükselmiştir. ‘İnsan insanın tanrısıdır.’ İşet bu bakış açısıyla eleştirdiler bozulmuş İsa’yı ve kiliseyi. Aslında ‘ateizm’in ilk anlamı, Arapça’da batıldan dönmek, yığınların gittiği yöne gitmemek, toplumun inancını terk etmek kelimeleriyle eş anlamlıdır. Putperest Yunan ve Roma, yerleşik tanrıları toptan reddeden ve tek tanrıya inananları ‘ateist’ adıyla isimlendirmiştir. Ama zamanla Papalar bu kavramı kendilerinden olmayan herkes için kullanmışlardır. Daha sonra da ateist nitelemesi, mutlak inkarcıları ve materyalistleri de içine alacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Görüldüğü gibi hristiyan düşüncesi, Hz. İsa’yı önce aşırı yüceltti, ve sonunda ateistler türemeye başladı. Yani hayattan dışlamalar başladı. İkinci Bölüm: İNDİRGEMECİ PEYGAMBER TASAVVURU 1) İnsan ve İndirgemecilik İndirgeme; tüm elemanlarıyla birlikte anlamlı olan, parçalanınca anlamını yitiren bir bütünün parçalarına indirgenmesidir. Yani bir şeyi kendisi olmaktan mahrum etmektir. İnsanın hakikati indirgeme nedenleri şunlardır; Doğru açıdan bakmama, yetersiz bilgilenme, bütünü algılayacak kapasiteden yoksun olma, parçayı bütün sanma… -İndirgemeci akla örnekler; Şeytan, insanı toprağa indirgedi, ruhu yok saydı. İnsan hayatı dünya hayatına indirgedi. Salih Peygamberin kavmi Allah’ın devesini, etine kemiğine indirgedi. Firavun Musa’nın mucizesini büyüye indirgedi… -Batının indirgemeciliğine örnekler; Batı düşüncesi, hakikati önce gözlemlenebilir olana, sonra da salt akla indirgedi. İnsanı biyolojik canlıya, hayatı mikroorganizmanın ömrüne, ölümü hayati fonksiyonların durmasına indirgedi. Melekleri yüksek enerji moleküllerine, cenneti ise dünyevi refaha indirgedi. Vahyi para-psikolojinin konusuna indirgedi. -Müslümanların indirgemelerine örnekler; Mücessime ekolü, Kuran’da Allah için kullanılan el-yüz-göz-taht-oturmak terimlerini lafzi alarak Mutlak Aşkın Varlığı cisme indirgedi. Haşeviyye ekolü, İlahi Kelamı yazılı mushafa indirgedi. Mürcie ise, imanı vicdana indirgedi ve bilgiyi – bilinci – ikrarı – ameli yok saydı. 2) Peygamber Bir İletişim Aleti Değildir Nebi- Peygamber: Haber veren, haber alan. Resul: Haberin kaynağını (Allah), haberin hedefi (insanlar) nezdinde temsil eden elçi. Nebi, haberi taşıma fonksiyonuna tekabül eder. Resul, haberin kaynağını temsil etme misyonuna tekabül eder. Nübüvvet haberle ilgilidir. Risalet haberin kaynağıyla ilgilidir. İndirgemeci akıl, peygamberliği salt haber taşımaya indirgeyip, misyonu sınırlama ya da görmezden gelme yanılgısına düşer. Misyonun sınırlanması, fonksiyonu daraltır. Yani indirgemeci akıl peygamberin örnekliğini görmezden gelir. Hiçbir peygamber bir iletişim aleti değildir. Yani sesleri, görüntüleri, yazıları bir yarden başka bir yere taşıyan cihazlar değildirler. Elçiler kaynaklarına sadıktırlar. Getirdiklerine önce kendileri iman ederler, önce kendi hayatlarına geçirirler. Onlar örnektir, dolayısıyla da önderdirler. İnsanların önünden giderler, yol gösterirler, iz bırakırlar. Onların sadece Allah’tan haber getirdiğini düşünmek, onların örnekliğini kabul etmemek ya da önemsememek, onların hayatlarının bizim için birer model olduğunu kabul etmemek indirgemeciliktir. 3) İndirgemecilik de Bir Hayattan Dışlamadır İndirgeme; peygamberlik kurumunu tarihsel olana mahkum etmektir.yani peygamber getirdiği mesajdan ayrı düşünülür. Oysaki peygamber hem vahyin ilk muhatabı hem de vahyi alan öznedir. Ve vahyi alan özne olması yani vahyin kaynağıyla doğrudan ve fiili ilişki içinde olması peygambere büyük bir anlama kolaylığı kazandırır. Çünkü peygamberin vahiyle olan ilişkisi dolaylı değil doğrudan yaşanmış bir tecrübeye dayanıyordu. O vahyi dışarıdan bakan ve anlamaya çalışan bir gözlemci olarak değil, sürecine bizzat katıldığı bir özne olarak anlıyordu. Peygamberin vahyi nasıl anladığı bir kenara bırakılarak vahyi anlamaya çalışmak işte bu yüzden yanlıştır. Çünkü peygamber vahyi anlamada beşeri çabayla ulaşılamayacak bir imkana sahiptir. Peygamber hem insandır hem de resuldür. O insan olarak tarihin konusudur, resul olarak ise akidenin yani imanın konusudur. Mümin için iman yaşayan, yaşanan ve yaşatan bir şeydir. Her mümin peygamberin risaletini yani model (örnek) olma misyonunu imanıyla hayatında, her anında taşır, taşımak durumundadır. Bunun aksi indirgemeciliktir. Aşırı yüceltmeci mantığın Kuran’a uygulanmasıyla indirgemecilik ortaya çıkar. Ve bu Kuran’cılık akımı, peygamberlik kurumunun örneklik misyonunu sınırlar, hatta ortadan kaldırır. İndirgemeci yaklaşım ile aşağılayıcı yaklaşım birbirinden farklıdır. İndirgemeci yaklaşımın amacı peygamberi – peygamberlik kurumunu aşağılamak değildir. İndirgemeci yaklaşım sadece peygamberin örnekliğini yok sayar ve peygamberin bu misyonunu Kuran’a yükler. Yani örnekliği Kuran’dan bekler. Peygamberin örnekliğini çağdışı sayar. Aşağılama 1) Bir Yahudileşme Eğilimi Olarak Aşağılama: Aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurunda hristiyanlaşma baskın bir eğilimdir. Peygamberlik kurumunu aşağılayıcı tavırlarda ise Yahudileşme baskın bir eğilimdir. Bu eğilimin adının Yahudileşme olmasının nedeni, israiloğulları tarihinin peygamberliğe ve peygambere yönelik saldırı örnekleriyle dolu olmasıdır. Kuran israiloğullarının kendi peygamberlerine yönelik tavırlarını, Hz. Peygamberin risaletine yönelik tavırlar bağlamında birer ibret sahnesi olarak ele alır. Yahudilerin yaptığı aşağılama örnekleri: peygamberlerin çoğunu sahte iddiasıyla taşa tuttular. Hz. Süleyman’ı putperestlikle suçladılar. Hz. Süleyman önderliğindeki Yahudileri siyasette – sanatta – ilimde ulaştığı yüksek seviyeyi Süleyman’ın sihirbazlığına bağladılar. Hz. Yakup’u Allah’a başkaldırmak ve O’nu azarlamakla suçladılar. Hz. Harun’un buzağıya tapmayı emrettiğini söylediler… 2) Mekke Tipi Aşağılama Örnekleri: Yahudilerin peygamberlerine karşı gösterdikleri bu aşağılayıcı tavır, Mekke toplumu tarafından Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği mesaja karşı da sergilemiştir. Muhammedi davetin ilk başladığı zamanlarda Mekke, önce bu daveti umursamadı. Bölgede bazen haniflerin yaptığı gibi aykırı ama güçsüz bir çıkış olduğunu düşündüler. Böyle düşünmüşlerdi çünkü, hakkı ve haklıyı, güce ve güçlüye indirgemişlerdi. Onlara göre güçlü olan haklı, güçsüz olan haksızdı. Onlar Hz. Muhammed’i, Abdulmuttalib’in yetimi olarak görüyorlardı. Ve ona ‘el-emin’ ünvanını vermiş olmaları bile müstağniliklerini gösteriyordu. Onlara göre güvenilir olana ünvanını ancak kendileri verirdi. İyiyi kötüyü belirleme hakkı onlardaydı. Gerektiğinde de bu ünvanı alıp o kişinin şan ve şerefini söndürebilirlerdi. Fakat Muhammedi davet, önündeki engelleri emin adımlarla aşıyordu. Mekke ileri gelenlerinin suskun kalmaları işe yaramamıştı, bu davet kendi kendine sönebilecek bişey değildi. Ve onlar da alay ve iftira kampanyasına başvurdular. Önce ‘soyu kesik’ dediler. Ama bu hakarete cevap Allah’tan geldi. Sonra ‘deli’ dediler. Kuran buna cevap vermeye bile gerek duymayarak onların ne kadar saçmaladıklarını gösterdi. Çünkü onlar da Muhammed’in akıllı biri olduğunu biliyorlardı. Sonra ‘o bir sihirbazdır’ dediler. Kuran bunu ciddiye bile almayarak onları küçümsedi. Ama bundan sonraki iftiraları çok ağırdı, ‘o bir şairdir’ dediler. Ve Allah bunu kesin ve keskin bir dille reddetti. Çünkü o dönemde şairliğe yüklenen misyon, ‘kahinlik’ ve ‘arraflık’ misyonuydu. Mekkeliler, Kuran’ın Arap belagatını da aşan diliyle eşsiz mesajının akıllara ve yüreklere girmesini önlemek için Muhammed’in şahsını hedef almışlardı. Çünkü diğer türlü bir saldırıdan galip çıkamayacaklarını anladılar. Ayrıca Peygamberin misyonunu bitirebilirlerse, Kuran’ın misyonunun da biteceğine inanıyorlardı. Ama Peygamberi Allah savunuyordu. Hz. Peygamber de Kuran’a yapılan saldırıları göğüslüyordu. Kuran mesajını savunmanın en güzel yönteminin onu yaşanan bir hayata dönüştürmek olduğunu biliyordu. Yani hakikatin mesajını model bir hayata aktarıyordu. Mekkelilerin Peygamberi aşağılama yöntemlerinden biri de mucize istemekti. Böylece onu mahcup etmeyi umuyorlardı. Fakat Allah cahili aklın Kuran gibi bir mucizeyi görmediğini vurguluyordu. Bunun nedeninin de tabiatı okuyamamalarından kaynaklandığını söylüyordu. Tabiat gibi bir mucizeyi nasıl olu da fark edemezlerdi. Mekkeliler için Peygamberin davetindeki en büyük problem misyonuydu. Yani o misyonunu terk etse ve sadece sözlerle yetinse bu çağrı korkulacak bir şey olmayacaktı. Onlar Peygamberi misyonundan soyutlamaya çalışıyorlardı. Çünkü misyon, davetin harekete geçiren boyutuydu. 3) Medine Tipi Aşağılama Örnekleri: Peygamber Medine’de hem inanmaya hazır kişilerle, hem ikiyüzlülerle, hem de Yahudilerle karşılaştı. Yahudilerin aşağılama taktikleri kelime oyunlarıyla başladı. ‘İşittik ve reddettik’ dediler, ‘dinle ey dinlenilmeyesi’ dediler. ‘Bize bak’ anlamına gelen sözcüğü değiştirip ‘çobanımız’a çevirdiler. Selam verirken ‘boyun devrilsin’ dediler. 4) Yalancı Peygamberlik: Sadece inanmayanlar değil, peygamberlik kurumuna inanan kimseler de bu kurumu aşağılayıcı tavırlar takınabiliyor. Bunun en ilgin örneği vahiy aldıklarını iddia eden kimselerdi. Vahiy alma iddiası peygamber olma iddiasının örtülü bir biçimidir. Vahiy alma iddiası bir tür misyon çalmadır. Çalınan gerçek peygamberlik kurumunun misyonudur.. nerde böyle bir yalancı peygamber taslağı çıkmışsa, orda ya Hz. Peygamber’in misyonuna ilişkin bir boşluk doğmuştur, ya da bizzat bu iddiayla çıkanlar tarafından misyon sınırlamasına gidilmiştir. Yalancı peygamberlerin bazısı liderlik ve kavimcilik duygularını sahte peygamber elbisesi altında saklayarak çıkmışlardır. Vahiy Aldıklarını İddia Eden Bu İnsanların Ortak Özellikleri: -Hiçbiri Allah’ı inkara ya da şirke çağırmıyor. -Rasulullah’ın peygamberliğini reddetmiyorlar. -Hiçbiri imanla ilgili bir esası reddetmiyor, başka bir akideye çağırmıyor. -Hepsi de kendilerine vahiy geldiği iddiasıyla ortaya çıkıyorlar, ve şer’i hükümlerde değişiklik yapıyorlar. Örneğin; namazı iki vakte indiriyorlar, orucu bir güne indiriyorlar, şarabı ve zinayı helal kılıyorlar, namazda secde etmeyi kaldırıyorlar…) Yalancı peygamberlerin en ünlüleri; Müseylime el-Hanefi, Seccah et-Temimiyye (kadın), Esved el- Ansi, Tuleyha el-Esedi… Bunlar yeni bir tezle ortaya çıkmak yerine, son Peygamberin ve onun tebliğ ettiği son vahyin kopyası olmak için çırpınmışlardır. 5) İrfani ve Burhani İndirgemecilik Hermetik Kökenli İrfani İndirgeme: Hermetik öğretinin kaynağı Eski Mısır’a dayanır. Hermetik irfan öğretisi, sezgici, kendine has bir varlık felsefesi olan, varlığın tamamını su-ateş-hava-toprak gibi dört unsura indirgeyen Mutlak Aşkın bir Tanrı inancına sahiptir. Hermetizmin Tanrısı; her şeyin babası, hayat ve nur olan akıl’dır. Tanrı kendine benzeyen insanı yaratır. Ve meydana getirdiği oğlunun kendisine benzeyen güzelliğine hayran olur. Aslında O oğlunda kendi güzelliğini sevmiştir. Ve tüm yaratıklarını onun hizmetine verir. İşte bu hermetik irfan öğretisi, peygamberliği ilahi bir seçimin sonucu değil de, nefis terbiyesi ve ruh tezkiyesi ile kazanılacak bir mertebe, yaşanacak bir müşahede olarak görür. Kadim irfancılık, peygamberleri fazla beşeri ve dünyalı bulmaktadır (yiyorlar, içiyorlar, uyuyorlar, ölüyorlar v.s). Dolayısıyla onlara iman etmenin gerekliliğine inanmamaktadır. Onlar Allah ile aralarında vesile olacak ruhanileri peygamberlere tercih etmekteler. Hermetik irfancı İbn. Arabi: ‘Kuran sana nazil oluyormuş gibi oku ve anla’ der. İbn. Arabi’ye göre peygamberlik ikiye ayrılır. Bu ayrımdan maksadı, risaleti önce nübüvvet, sonra velayet üzere inşa etmektir. Ona göre nübüvvet kapısı kapanmıştır ama velayet asla son bulmayacaktır, ahirette de devam edecektir. Çünkü Allah’ın Veli ismi vardır, ama nebi-resul ismi yoktur. İbn. Arabi: ‘Allah’ın büyük kulları kendi zamanlarında peygamber gibidirler, peygamberlere denktirler,’ der. Hermetik irfanla burhan (felsefe) arasında uzlaşma arayan Farabi’ye göre ise; akıl öyle bir mertebeye çıkar ki faal akıl’dan (Allah) doğrudan bilgi (vahiy) almaya başlar. Ve bu mertebede peygambere denktir, hatta daha yüksektir. Çünkü filozof faal akıl’dan (Allah) hakikatleri kendi aklıyla alır. Ama peygamber hakikatleri hayal gücü aracılığıyla alır. 6) Yaygın Bir İndirgeme Türü Olarak Sünnet Karşıtlığı 1)Kuran’ın Peygambere Yüklediği Misyon: İlahi mesajı hayata bağlayan ana damar peygamberdir. Çünkü o vahyin ilk muhatabıdır. Allah bu ikisinin birleştirilmesini emreder. Ve bu ikisinin ayrılmasının fesada yol açacağını söyler. Yani bunların ayrılması insan-Allah, akıl-vahiy, dünya-ahiret arasındaki ilişkiyi bozar, dengeyi altüst eder. Kuran’ın peygambere yüklediği misyonun maddeleri hitap ve muhatap olmak üzere ikiye ayrılır. Hitap; -Verilen mesajı alma, -İlahi mesajı eksiksiz iletme, -İlahi mesajı açıklama.Muhatap; -İnsanı ilahi mesaja taşıma, -İnsana mesajı yaşayarak öğretme, -İnsanı bilinç, duygu ve eylem düzeyinde arındırma. Bu misyonun içeriğinde iki görev vardır; Okuma ve Beyan Okuma: anlama, bir araya getirme, bir bütün oluşturma, taşıma, açıklama, duyurma, aktarma… İşte bu okuma çabası Peygamberin misyonunun sünneti de önceleyen boyutunu oluşturuyordu. Çünkü sünnet bu okuma çabasının eyleme dönüşmüş ürünüydü. Beyan: birleştirme, ayırma, üzerini açıp ortaya çıkarma, mesajı muhataba net ve açık olarak aktarma… Peygamber beyan sorumluluğunu iki şekilde yerine getirmiştir; -Mesajı eyleme dönüştürüp eylem düzeyinde açıklamak, yani sünnetle açıklamak, -Eylemi desteklemek için ya da eyleme ilişkin olmayan konularda söylem düzeyinde açıklamak, yani hadislerle açıklamak. Öncelikle olan sünnettir. Çünkü Kuran’ın kendisi zaten bir söylemdir. 4) Sünnet Nedir ve Nasıl Anlaşılmalıdır: Bir hareketin sünnet olabilmesi için şu vasıfları taşıması gerekir: orjinallik, örneklik, doğruluk, mutedillik, kuralsallık. Yani Hz. Peygamber’in her davranışı her eylemi sünnet değildir. Hangilerinin sünnet olduğu iyi anlaşılmalıdır.eğer Peygamberin her hareketi sünnet kabul edilirse, bu bidat’a yol açar. Onun sünnet olmayan normal hareketlerini sünnet diye devamlı yapmak, bunu dinden bilmek bidat olur. 5) Hadis Nedir ve Hadise Nasıl Yaklaşılmalıdır: Hadisi normal bir kelamdan-lafızdan ayıran, onun özgün, orijinal ve amaçlı bir söz oluşudur. Bir sözün hadis sayılabilmesi için peygamberlik misyonuyla doğrudan ilişkili olmalı. Peygamberin ağzından çıkan her söz misyonuyla ilgili değildir. Hz. Ömer, bir hüküm barındırmayan ve bir sünnet ifade etmeyen hadislerin naklini yasaklamıştır. Bir hadiste, bir uygulamada sünnet olan amaçtır, araç değil. Yani önemli olan o sözün ya da o eylemin yapılış amacıdır. Bu gerçek göz ardı edilince sünnetçilik ve hadisçilik adında bir ideoloji ortaya çıkıyor. 5) Haricilerden Oryantalistlere Sünnet Karşıtlığı: Sünnet ve hadisin sultası altına sığınarak kendi meslek, meşrep ve hiziplerini savunmak için rakip hiziplere karşı savaş açanlar oldu. Karşı tarafın saldırıları da tabii ki sünnet ve hadise yapıldı. Bunun sonucunda sünnet ve hadise karşı bir tepki oluştu. Bu tepkilerin ilki Harici tepkisidir. Harici mezhebinin temeli Kuran’ı yüceltmek ve ona uymaya çağırmaktı. Fakat onlar sünnetten ve hadisten uzaklaştılar. Emeviler kendi sultaları için güçlerini artırmak için hadis uydurmacılığını teşvik ettiler. Bunu bilen Hariciler de bu hadisleri hep reddettiler. Bu durum alışkanlık yapmış olacak ki tüm hadisleri tüm sünnetleri reddetmeye kadar vardı bu iş. Hint Kuraniyyun Akımının İndirgemeci Serüveni Her Tepkisel Aşırılık Bir Başka Aşırılığın Ürünüdür: Sünneti toptan inkara dayanan Hint Kurancılık hareketi tepkisel bir harekettir. Çıkışı iki nedene dayanır. Birincisi; sömürgeci İngilizlerin kültürel etkisi. Hindi Moğol İslam Devleti parçalanınca batının ilk sömürgesi oldu. Fransa ve İngiltere’nin bölge üzerindeki hakimiyet savaşını İngilizler kazandı. Ve tüm alt kıtayı işgale kalkıştılar. Bölge halkına zulümler ayyuka çıktı. İşte böyle bir durumda Batı, alt kıtada hristiyanlaştırma faaliyetlerine ayrı bir özen gösteriyordu. Misyoner teşkilatları her yere yayılmıştı, harıl harıl çalışıyorlardı. Hristiyanlaştırma çalışmalarına en sert direniş İslam’dan geldi. Müslümanların direnişiyle karşılaşan İngilizler oryantalizm çalışmalarını (yani İslam’a ve Müslümanlara karşı nasıl bir din ve kültür savaşı verecekleriyle ilgili çalışmaları) hızlandırdılar. Ve Müslümanları her türlü saldırıya karşı ayakta tutan en büyük gücün İslam olduğunu anladılar. Bu dinin kodlarını çözmek için uğraştılar ve dini hayata taşımada birinci önceliğe sahip olan sünneti ve onun söz dağarcığı olan hadisi gördüler. Ve çalışmalarını buraya yoğunlaştırdılar. Bu arada İngiliz sömürgesi altında kalan Hint Müslümanları İngilizlere karşı mağlup olmalarının sebeplerini araştırdılar. Onlara göre mağlubiyetin sebepleri şunlardı; parçalanmışlık, taklit, hurafe, tembellik, cahillik… Kendilerindeki bu hastalıkları fark eden Hint Müslümanlar bunların sebebini Kuran’dan uzaklaşmak ve aklı aktif olarak kullanmamak olarak buldular. Ve sonra siyasal ve askeri yenilginin nedeni olarak gördükleri ihtilaf ve tefrikanın esas nedeninin sünnet ve hadis olduğunu düşündüler. Çünkü türetilen uydurma hadisler ve sonradan sünnet diye ortaya çıkan şeyler hurafelerle doluydu ve aklı pasifleştiriyordu. Tabii burada İngiliz oryantalistlerin payı da oldukça büyüktü. Ve sonuç; yenilgilerinin en büyük nedeni olarak gördükleri sünnet ve hadise karşı topyekün savaş açtılar. İkincisi; bölgede tüm versiyonlarıyla yaygın olan mahsus akıl.Biri çıkıp kendi belirlediği inanç esasları etrafında bir yapı kuruyor. Bu esaslar şunlar; Hz. Peygamber bir nurdur. Hiç kuşkusuz gaybı bilir. Tüm varoluş onun elindedir. Her doğanın zaman ve mekanında hazır ve nazır bulunur… Başka biri de çıkıp önce Mesihlik iddiasında bulunuyor. Allah’ın konuşturduğu ve konuştuğu kişi olduğunu iddia ediyor. Sonra da bunu ilerletip, peygamber olduğunu söylüyor. Daha sonra iyice azarak Tanrı’nın yeryüzünde insan kılığına girdiği kişi olduğunu söylüyor. Kendine göre bir inanç sistemi kuruyor. Cihadın sadece içsel olduğunu, başka türlü cihad olmadığını söylüyor. Bu söylev de İngilizlerin hoşuna gidiyor ve bu şahsı destekliyorlar. Bu cihad öğretisini, kendileriyle mücadele etmeye kalkışanlara örnek gösteriyorlar. İşte böyle mahsus akıl birbirini takip eder bir şekilde ortaya çıkıyor. Ve bunun sonu sünneti toptan inkar oluyor. Üçüncü Bölüm: KURAN’IN PEYGAMBERİ Kuran’ın Tanıttığı Peygamber Aşırı Yüceltmeci Peygamber Tasavvuru ve İndirgemeci Peygamber Tasavvuru: ikisi de bir anlama probleminin ürünüydüler, bu iki eğilim de yanlış anlamaya dayanıyordu. Ortada yanlış anlamalar varsa, Hz. Peygamber’i anlamada doğru açı ne? Doğru Peygamber kim? Tabii ki, Kuran’ın Peygamberi. Peygamberi en iyi Kuran’dan öğrenebiliriz. Çünkü onu peygamber olarak atayan ilahi kaynak Kuran’dır. Yani onun şahsiyetini, meziyetlerini, varsa zaaflarını o bilir, görev alanını, yükümlülüklerini, yetkilerini o makam (Kuran) belirler. Ayrıca Hz. Peygamber’i tanıtan en objektif, en orijinal, en sahih kaynak odur. Objektiftir çünkü, beşerin hissi yaklaşımlarından uzaktır. Orjinaldir çünkü, Kuran’la Peygamber arasına mesafe, zaman, mekan girmemiştir. Diğer iki yanlış anlayış için ‘tasavvur’ denilip, Kuran’ın Peygamberi için bu kelime kullanılmamıştır. Çünkü tasavvur, eşyanın kendisinden bağımsız olarak, eşya hakkında zihinde oluşan imaj demektir. Yani biraz kurgusal ve türetilmiş, biraz muhayyile ürünüdür. Ama Kuran’ın Peygamberi oluşturulmuş bir imaj değildir. O her şeyiyle bir bütün olarak Kuran ekranına yansıyan bir gerçekliktir. Hz. Peygamberi Kuran’dan öğrenmenin tek ayrıcalığı onu olduğu gibi görmekten ibaret değildir. Ayrıca Kuran – Peygamber ilişkisinde ‘model bir şahsiyet nasıl inşa edilir?’ sorusunun cevabı bulunur. Çünkü Kuran sadece Peygamber’i tanıtıcı değil, onun şahsiyetini inşa edici/kurucu bir hitaptır. Nitelikleri 1) Beşer-İnsan Peygamber: İnsan ilahi bir müdahaleyle hakka, doğruya, güzele, iyiye açık ve meyilli olarak yapılandırılmıştır. Ve bu yapı vicdan, irade ve akılla güçlendirilmiştir. İşte ademoğluna yapılan kat kat ikramın en başında bunlar gelir. İnsana kat kat ikram ederek ona varlıklar içerisinde ayrıcalıklı bir konum veren Allah, bu ayrıcalığı insana özgü bir özellikle dengelemiştir. Bu dengenin adı; sorumluluk’tur. İnsan sorumlu olduğu için, sorumluluğunu yerine getirecek yetilerle donatılmıştır, ki bunların başında akıl gelir. İnsanoğlu selim akla yabancılaştığı oranda kendine yabancılaşmış, kendine yabancılaştığı oranda da Allah’a ve O’nun mesajına yabancılaşmıştır. Kendine, Allah’a ve eşyaya yabancılaşan insanın kendiyle bilişik, barışık ve tanışık olması için Allah Peygamberler aracılığıyla mesajlar göndermiştir. Ancak insanlık tarihinde her toplum peygamberini insan olmakla suçlamış ve bir melek peygamber istemiştir. İşte bu tavra karşılık önce Allah sonra peygamber ısrarla ve vurguyla her fırsatta Muhammed’in bir beşer olduğunu vurgulamışlardır. Çünkü Peygamber’in beşer oluşu, vahyin amacını gerçekleştirmesinin bir ön şartıydı. Çünkü vahiy, onu ulaştıran kişinin yaşaması gereken bir hayat tarzıydı. Bu yüzden de vahyin ilk muhatabıyla son muhatapları aynı hamurdan olmalıydılar. 2) Nebi-Rasul: O hem nebidir, hem de rasuldür. Hem nübüvvet görevi vardır, hem de risalet. Hem mesaj alır, hem de aldığını tebliğ eder. Onun elinde hiç sönmeyecek bir ışık var; nebilik vasfıyla aldığı vahiy. Ve o bu ışıkla karanlıktaki bir gecede dirençle etrafını aydınlatmaya çalışıyor; yani risalet göreviyle vahyi tebliğ ediyor. Yani onun sorumluluğu iki yönlüydü. O hem göklerin öğrencisiydi (nebi), hem de yerlerin öğretmeniydi (rasul). 3) Hayranlık Verici Bir Ahlak: Ahlak; biri ahlakın nedeni, diğeri ahlakın sonucunu veren iki kök anlama ayrılır. Birincisi; birine bir şeyin takdir edilmesi, bir pay verilmesi… İkincisi; bir şeyin sükunete ermesi, bir kararda durması, oturmuş olması… Bu iki kök anlamdan nedene ilişkin olanı (birincisi), ahlakın verilen boyutuna; sonuca ilişkin olanı ise (ikincisi), kazanılan boyutuna delalet eder. Kuran’ın, Peygamberi anlatırken kullandığı ahlak kavramı birinci kök anlama işaret ediyor, yani onun peygamberlik öncesi ahlakına. İşte bu, şu gerçeği göstergesidir: Allah, din binasını Hz. Peygamber’in şahsında ’doğal ahlak’ üzerine inşa etmiştir. Yani İslamiyet, insaniyet üzerine bina edilmiştir. Peygamber ahlakı Kuran tarafından övüldüğünde henüz onun karakteri üzerinde vahyin izleri oluşmamıştı. Onun ahlakı, fıtratın bir ürünüydü. Fıtratın korumuş ve korunmuştur. Çünkü ‘sakınanların korunacakları’ ilahi bir yasadır. Peygamberin peygamberlikten sonraki davranışları, peygamberliğinden önceki doğal ahlakı üzerine bina edilmişti. Allah ondan geçmişini kesip atmasını istememişti. Ancak onda varolan kişiliği geliştirmiş, yüksek karakterini terbiye etmiş, eksik olanları tamamlamış, fazla olanları kısmış, gereksiz olanları ayıklamıştı. Mesela o içine kapanıktı. Ama Allah onu topluma açılmaya, sosyal kişiliğini geliştirmeye, içine gizlendiği örtüsünü kaldırıp atmaya çağırıyordu. Mesela o çok yumuşak tavırlı ve davranışlı biriydi, kimseyi incitmezdi. Ama Allah ona dedi ki: ‘Ey Peygamber! Küfürde direnenlerle ve ikiyüzlülerle tavizsiz bir mücadele yürüt ve onlara karşı sert davran.’ Ve artık onun ahlakı Kuran olmuştu. Çünkü onun ahlakını Kuran şekillendirmişti, inşa etmişti. Onun ahlakı Kuran olmuştu, çünkü o kendini vahyin ellerine bırakmış, ona kayıtsız şartsız teslim olmuştu. Onun ahlakı Kuran olmuştu. Çünkü o Kuran’ın insana dönüşmüş biçimiydi. 4) Alemlere Rahmet: Peygamber’in alemlere rahmet olması, kendi çağında yaşayan ve ondan sonra gelen tüm insanlık ailesini kapsar. Kendisine vahiy ulaşıp da onun ışığıyla aydınlananlar için bilfiil bir rahmet, kendisine henüz vahiy ulaşmamış olanlar için ise bilkuvve (potansiyel) bir rahmettir. Kuran Peygamber için rauf (şefkat pınarı) ve rahim (merhamet kaynağı) der. Kuran bu iki sözcüğün aynısını Yüce Allah için de kullanır. Peygamber’in alemlere rahmet olması ise vahyin sayesinde gerçekleşmiştir. Çünkü aynı sıfat (rahmet), vahyin niteliği olarak da kullanılır. Vahiy, Allah’ın insanoğluna olan kat kat rahmetinin son katını temsil eder. Vahiy, aç ruhlara inzal edilmiş bir gök sofrası, bir ilahi ziyafettir. 5) Güzel Bir Örnek: ‘İşte böylece sizin dengeli bir ümmet olmanızı istedik ki, insanlığa örnek ve model olasınız ve Rasul de size örnek ve model olsun.’ İşte Kuran vahyin inişine şahit olan ilk müminlere model toplum olma misyonu yüklüyor. Ama model olacak bir toplumun örnek aldığı bir modeli olması gerektiğinden Hz. Peygamber’e de model şahsiyet olma misyonu yüklüyor. Hz. Peygamber’in örnek alınması, üretilebilecek ahlaki tavır ve davranışlarının yeniden üretilmesi demektir. Tersi onu tüketmektir, onu taklit etmektir. Gazzali’ye göre, onu örnek edinmek Peygamberin amacının bilinmesine bağlıdır. Peygamber’in örnek alınacak eyleminin amacı bilinmeden onu örnek edinmek doğru değildir, bu taklittir. Ebu Huseyn el-Basri’ye göre, kişi Peygamber’in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla, yaptığı gibi yapmalıdır. Onu örnek almak, onun yaptığını yapmak değil, onun yaptığını yaptığı amacı gerçekleştirmek için yapmaktır. Kaynak: Mustafa İSLAMOĞLU / Üç Muhammed

Kitap:TÜRKİYE'DE İSLAMLAŞMA VE ÖNÜNDEKİ ENGELLER

TÜRKİYE'DE İSLAMLAŞMA VE ÖNÜNDEKİ ENGELLER Yazar: HAYREDDİN KARAMAN Yayıncı: ENSAR NEŞRİYAT Konu: ÇAĞDAŞ İSLAM DÜŞÜNCESİ Türkiye'de İslamlaşma ve Önündeki Engeller Kitap Tanıtımı Yazan: Hülya Alper Yazı Kaynağı: Haksöz Haber Bir mümin, hayatının her noktasını inandığı esaslarla uyumlu hale getirmek; inancını yaşantıya dönüştürmek, inancıyla çelişmeyen bir hayat tarzını benimsemek ve bununla da yetinmeyip kabul ettiği esasları etrafına tebliğ etmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük iman sahibi olmanın tabii bir sonucu olarak görülmelidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim incelendiğinde iman ve amelin beraber zikredilmesi, cennetin sadece iman edenlere değil, iman edip salih amel işleyenlere va'd edilmesi bunu destekler. Bu sebeple kişinin Allah'a tümüyle itaatkar bir kul olması ancak bütünüyle İslami bir hayat sürmesi; İslam'ın hayatının her noktasında hakim bir unsur olmasıyla gerçekleşir. Tabii İslami bir hayat sürmenin içinde İslam'ı tebliğ etmek de vardır. Zira tebliğ etmek de ilahi bir buyruktur ve tebliğ görevini yerine getirmeyen bir müslümanın, diğer emir ve yasaklara riayet etse dahi, Allah'a bütünüyle itaatkar olduğu söylenemez. Dolayısıyla Allah Teala'ya kul olmayı kabul eden her insan öz bir ifadeyle kendinin ve çevresinin İslamlaşması için mücadele etmekle yükümlüdür. Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Türkiye'de İslamlaşma ve Önündeki Engeller adlı eserinde İslamlaşma mücadelesi nereden başlamalı!, İslamlaşma nedir! gibi sorulara cevaplar aramakta; içinde bulunduğumuz durumu daha iyi tahlil etmemizi sağlayacak açıklamalar yapmaktadır. Kitap, yazarın Ensar Vakfı bünyesi altında yapmış olduğu çeşitli konferansların bir derlemesi olup, problemler derinlemesine incelenmekten ziyade, genel boyutlarıyla ele alınmış, müslümanları ilgilendirip Türkiye toplumunun gündemini meşgul eden muhtelif konularda görüşler serdedilmiş, müslümanların birleşmesinde Ensar Vakfı'nın yerine ağırlık verilmiştir. Eserde tebliğ faaliyetinin özellikle İmam-Hatip bünyesi altında gerçekleşmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak yazara göre İmam-Hatiplilik bir okuldan mezun olmakla değil de İmam-Hatip ruhunu taşımakla, İslam'a hizmet gayesiyle hareket etmekle gerçekleşir. Bir manada imanının şuurunda olan, tebliğ yükümlülüğünü ifaya çalışan her müslüman İmam-Hatiplidir. Kitapta İslamlaşma kavramı ele alınmış ve İslamlaşmanın fertten başlayıp topluma doğru uzaması gereken bir hareket olduğu belirtilmiştir. Bu düşünceler şu cümlelerle ifade edilmiştir: "...İslamlaşma dediğimiz zaman birinci derecede biz kendimizin İslamlaşmasını anlayacak ve öncelikli hizmeti buna sarf edeceğiz." "İslamlaşmada ikinci adım, en yakınınızı yani eşinizi ve çocuğunuzu içine almaktadır." (s. 103-104). "Mesela düşüncenizi İslam düşüncesine, imanınızı İslam imanına uygun hale getirirsiniz ama ahlakınız ona uymazsa, bu sefer de sizin İslamlaşmanız tam değildir. O halde bizim iş hayatımız, dünya ile olan ilişkimiz, kazancımız, mevkiimiz, vazifemiz de İslam'ın dışında kalmıyor..." (s. 105) Benzeri cümlelerle eserde Din'in hayatın her safhasını içeren bir yapısı olduğu, müslümanın İslami ve gayrı İslami bir hayatı olamayacağına değinilmiştir. Hatta yaşantısında ilahi emirlere uygun bir hayat tarzı sürmeyen bir kişinin durumu, ömrünü tebliğle geçirmiş olsa da, sorgulanmıştır. Ancak eserde dindarlığın sadece belirli esasları kuru bir tasdik veya belirli kuradan şekli uygulamanın ötesinde, bir hayat tarzı, bir tercih olduğunu düşündüren ifadelerin zikriyle beraber, ömrü boyunca fahişelik etmiş bir kadının, ahir ömründe bir köpeği sulamakla cennete konulduğu rivayetine yer verilmesi anlaşılamamıştır. Her ne kadar istisnai bir durum olduğu belirtilse de, bu rivayetin ortaya konan genel din anlayışıyla bağdaştırılması oldukça güç olan yönleri olduğunu ileri sürmek mümkündür. Üstelik itikadı ve gaybi karakter arz eden bir konuda, kesin bilgi ifade etmeyen bir rivayete dayanılması usul açısından da eleştiriye açıktır. "İslamlaşmayı nasıl sağlayacağız! " ve "Sivil Kurumları Oluşturalım" başlıkları altında İslamlaşma metodu hakkında şu cümlelere yer verilmiştir. "Toplumu İslamlaştırmak için iki noktadan gidileceği hep söylenegelmiş; biri tabandan ve eğitim suretiyle ve bu uzun vadeli, ikincisi de tavandan -bu ta eski zamanlardan günümüze tartışıla gelmiştir- mesela okuyun Akif'in Safahatını, işte orada Mısır'da Cemaleddin Efgani ile Şeyh Muhammed Abduh'un arasında geçen, bu konu ile ilgili bir tartışmadan bahseder. Onlardan ilki, mesela Abduh, işte gençleri okutmak, iyi kaliteli birer insan olarak yetiştirmek, onlar vasıtasıyla da insanları eğitip İslamlaştırmak, böylece müslüman tabanı oluşturarak, ondan sonra da tavanı oluşturmayı savunur. Halbuki onun üstadı sayılan Cemaleddin Efgani ise, siyasi yoldan gidilerek üstten, tavanı elde etmek, önce müslümanlardan orayı oluşturmak, ondan sonra tabana inme konusunu müdafaa eder... Bana sorarsanız, ikisini de ihmal etmemek lazım derim ve demin söylediğim gibi, tavuk-yumurta misalidir; -birisini ihmal ettiğinizde diğerini yürütemezsiniz, yürütemiyorsunuz." (s. 114). "Haddizatında bunlar birbirine bağlıdır. Eğer siz tabanda faaliyet gösterememişseniz, sözlerimin başında uzun uzun anlattığım gibi, insanları teker teker müslüman kılmağa muvaffak olamamışsanız, o zaman siz tavanda bir iktidarı zaten oluşturamazsınız. Mesela demokratik yoldan oluşturamazsınız; çünkü yeterli oyunuz olmaz. İhtilalle de oluşturamazsınız; çünkü o da güç ister. Sizin öyle gücünüz bulunmaz. Öyleyse, bir kere bu uzun vadeli eğitim yolu kaçınılmaz, zaruri ve öncelik itibariyle tek yol gibi gözüküyor, öncelik itibariyle tabii. Fakat o faaliyetinizin selametle yürüyebilmesi, engellenmemesi için, bu sefer, içinde bulunduğumuz toplumun yönetim mekanizması neyse, mesela siyasi mekanizması, ekonomik ve kültürel ve siyasi güçleri nasıl odaklaşıyor, oluşuyor ve nasıl etkiliyorsa, bunu kavrayarak yolumuzun önüne taş ve engel olmamaları için, o vadilerde meşgul olmak, o kulvarda da at koşturmak gerekmektedir. O halde bu anlamda bir yandan tepeden, fakat, öte yandan ısrarlı, kararlı, devamlı, öncelikli olarak tabandan gitmek suretiyle İslamlaşma hareketine devam etmek zarureti vardır." (s, 155-156). İslami mücadele içinde olan her müslümanın, yazarın bu açıklamalarını dikkate alması ve üzerinde düşünmesi gerekir. Çünkü genelde müslüman gruplar belirtilen iki metoddan sadece birine ağırlık verip diğerini reddetmiş veya meşgul olmamışlardır. Bu vasatta her ikisine de dengeli bir ağırlık verilmesi gerektiğinin ortaya konması önem taşımakta, İslami harekete ufuk açmaktadır. "Münkere karşı" başlığı altında İslamlaşma hareketinde, karşılaşılan İslam dışı bir durumda alınması gereken tavır tartışılmış, Ebu Hanife'nin Emevi sultanlarına karşı sergilediği davranış örnek olarak verilmiştir (s. 138). Bilindiği üzere Ebu Hanife, Hz. Ali efradını gizli olarak desteklemiş ve muhalefet şuurunu beslemiş bir kişidir. Dolayısıyla müslümanların içinde bulundukları gayr-i İslami şatları değiştirecek güçleri olmadığında mevcut duruma boyun eğip, bir mehdinin gelip kendilerini kurtarmasını beklememeleri gerekir. Bir yandan toplumun İslamlaşması için gereken her türlü mücadeleye devam ederken, İslam'a aykırı olan uygulamalarda da en azından muhalefet şuuru taşımalıdırlar. "İslamlaşma Yöntemi" isimli kısımda fertlerin İslamlaştırılması için sivil kurumların oluşturulması gereği üzerinde durulmuştur. Zira yazarın deyimiyle "Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir davası yoktur." (s. 153) Her ne kadar kendisinin demokratik ve laik bir hukuk devleti olduğunu belirten TC devletinin İslami bir kaygısı olmadığı yazar tarafından ortaya konmakta, yine laikliğin İslam'a aykırı olduğu ortaya konmakta ise de kitabın bir başka yerinde devlet ve rejim ayrımı yapılarak devletin bizim olduğu şikayetimizin yönetim ve yöneticilerden olduğu ileri sürülmüştür (s. 77). Ancak nasıl bir ayrım yapılabildiği vuzuha kavuşamamıştır. Yazar şöyle devam eder: "Kendisi iyi müslüman olmayan insanlardan bir İslam toplumu teşekkül etmez. Kendisi İslam olmayan bir toplumdan İslam devleti oluşmaz. O halde, şeriat şeriat diyenler, İslam devleti İslam devleti diyenler, önce aynanın karşısına geçip kendi nefislerinde İslam devletinin hakim olup olmadığına baksınlar." (s. 141) cümleleriyle bireyin İslamlaşmasının toplumun İslamlaşması ile olan sıkı irtibatı vurgulanmıştır. Bu irtibatın vurgulanması tamamen yerinde olmakla birlikte, niçin özellikle şeriat ve İslam devleti diyenlerin muhatap alındığı açık değildir, Zira bu kavramların bilincinde olmak, olmayanlara göre belirli bir dini şuur seviyesinin varlığını gösterir. Sanıyoruz, burada dini bir hayat tarzı olarak benimsemedikleri halde, konuşmalarında dini istismar edenler kasdedilmiş olmalıdır. Eserde müslümanlarla yakın alakası olan çeşitli konularda açıklamalar yapılmıştır. Mesela tartışmaları halen devam eden laiklik konusunda şu ifadeler bulunmaktadır: "Benim anlayışıma göre laikliğin her şekli İslam'a aykırıdır. Laiklik insan fıtratına zıttır. Çünkü insan bölünmez. İnsan caminin içerisinde Allah'ın ve ahiretin, caminin dışında dünyanın adamı olamaz. Bu insan fıtratına aykırıdır. Neden! Çünkü laikliğin olduğu bir toplumda laiklik, nasıl tatbik edilirse edilsin, İslam toplumlarında laiklik ancak böyle kabul edilebilir ve uygulanır. Hoca! Batıda laiklik başka türlü tatbik edilebilir diyebilirsiniz. Ama İslam toplumlarında laiklik, ancak Cezayir'de olduğu gibi, bizde olduğu gibi tatbik edilir. İşte o yerlerde müslümanlar, yani insanlar zulüm görür, haksızlık görür. Bu açıdan laiklik insan haklarına da aykırı hale gelir." (s. 68) Bu arada bazı bölümlerde modern dünyanın diline doladığı insan hakları, demokrasi, sivil toplum, çoğulculuk, müsamaha gibi kavramların tamamının bir aldatmaca olduğu dile getirilmiştir (s. 11-7). Günümüzde müslümanları sömürü yolu olarak kullanılmak istenen bu tür kelimelere karşı mü'minlerin bilinçlendirilmesi gereği ve bazı müslümanların konudan habersiz olduğu gerçeği düşünüldüğünde yapılan bu açıklamaların değeri ve önemi artmakta, müslümanların bilinçlendirilmesine yardımcı olmaktadır. Çeşitli bölümlerde İslamlaşmanın önünde içten ve dıştan kaynaklanan engeller olduğu ideolojik, ekonomik, pedagojik pek çok engelin bulunduğuna dair açıklamalar yapılmıştır. İçerde İslam'ı engellemek isteyenlerin durumu şu cümlelerle özetlenmiştir: "İçerde de İslam'a karşı çeşitli ideolojiler var. Ama ben İslam'a karşıyım demiyor, bakın ne diyor: 'Ben müslümanım; İslam'a evet, şeriata hayır.' Demiyor mu, ben mi uyduruyorum! Diyor, İslam'a evet, şeriata hayır. Sonra ne diyor! 'Uslandırılmış İslam'a evet, fundamentalizm'e hayır.' 'Biz size müslüman olmayın demiyoruz; ama fundamentalist olmayın diyoruz, ' kim diyor! Amerika, Fransa, Almanya, yani bütün gayr-i müslümler diyor. Şimdi bunların içerde işbirlikçileri var; bunların işbirlikçileri de aynı şeyi söylüyorlar... Biri de Kur'an diyordu ondan vazgeçti şimdi; yakınlarında birisi baktı bu Kur'an biraz problem çıkaracak; ilk günler ezan, Kur'an ve Bayrak diyordu, sonra biri ikaz etti, ona dedi ki bu Kur'an'ı söyleme; bu netamelidir, bunun içine girdiğin zaman çıkamazsın, ezan o kadar zararlı değil, sen o ezanı söyle; ama öyle Kur'an'ı fazla telaffuz etme. Bayrak; bayrağı da söyle, zararı yok. Yani bayrağınıza dokunmuyoruz, ezanınıza dokunmuyoruz, imanınıza, ibadetinize dokunmuyoruz, ama şeriata geçit yok." (s. 118-119). Yazarın fundamentalist İslam'ı reddederek kendilerine müslüman görünümü veren kişilerin de aslında İslam'a karşı olduğunu belirtmesi, bu konulardan habersiz ve bilgisiz olan halkın aydınlatılması ve aynı zamanda muhaliflerinin kim olduğunu bilmesini sağladığı için dikkate değer. Eserde İslamlaşma üzerindeki engellerden bahsedilirken, müslümanların kendi içlerindeki bölünmüşlüğüne, parçalanmışlığına da değinilmiş, durumun İslamlaşma üzerindeki olumsuz etkileri irdelenmiş, müslümanların teşkilatlanması ve birlik olmasının gereği üzerinde durulmuştur. Bu tanıtım yazısında kitapta farklı konulara yer verilmesi sebebiyle eserin bütününün özetlenmesi usulünden ziyade, kitaptan bazı pasajlar aktarılmak suretiyle okuyucunun genel bir malumat kazanması amaçlanmıştır. Netice olarak genel muhtevası açısından kitap, bilhassa İslami şuura erme aşamasında, mücadeleye yeni adım atmış olanlara tavsiye edilebilir bir el kitabı mahiyetindedir. Ayrıca Türkiye'nin içinde bulunduğu şartları bilen, deneyimli, tecrübe sahibi bir kişinin yorumları ve düşünceleriyle meselelere bakma imkanı tanıması açısından da bigane kalınamayacak bir eser niteliğindedir.

MEVLANA EBUL KELAM AZAD Kimdir

MEVLANA EBU'L KELAM AZAD (1888 – 1958) Ebu'l Kelam Azad 1888 yılında dünyaya geldi. Azad'ın babası Hindistan'da ve Orta Doğu'da tanınmış seçkin bir İslam lideri, âlimi ve yazardı. İlk tahsiline Mekke'de başlayan Azad, daha sonra Ezher'de eğitim görmek için Mısır'a gitti ve Kahire'ye yerleşti. Ezher'de tahsile başlayan Azad, zekâsı ve çalışmalarıyla kısa sürede tanındı. Mükemmel bir kavrayışla Arapça ve Farsça'ya intibak eden Azad Ezher'den mezun olduğunda dört başı mamur bir âlimdi. Babasının ölümünden sonra asıl ülkesi olan Hindistan'a dönen Azad, burada Batı'nın yeni bilimleri üzerinde çalışmaya başladı. Henüz çalışmalarına yeni başladığı dönemlerde birçok Avrupa dilini okuyabilecek düzeye ulaştı. Hindistan'ın tarihini tetkik edip araştıran Azad'ı İngiliz emperyalizmi ve yaptıkları zulüm, halkın hali ve müslümanların durumu çok etkiledi. Yaptığı bu araştırmalar sonucunda Cemaleddin Afgani'ye büyük saygı duyan Azad, onun takipçisi olarak geniş kitlelere hitap etmek ve onları uyarmak gerektiğine inanıyordu. Bunun için önce kendisi gibi düşünen ve mücadeleden korkmayan bilgili insanlar arayan Azad bu araştırma sonucunda Mevlana Muhammed Ali ve kardeşi Şevket Ali ile tanıştı. İslam dünyasında hilafet çevresinde bir birlik oluşturmak için harekete geçen Azad ve Ali kardeşler Hilafet Teorisi'ni geliştirdiler. Bu arada Azad yayın hayatına atıldı. Urduca yayınlamaya başladığı Hilal adlı haftalık derginin ilk sayısı 13 Temmuz 1912'de çıktı. Yayınladığı Hilal dergisinde birçok konuyu gündeme getiren ve emperyalizme karşı halkı uyandırmayı amaç edinen Azad'ın bu çalışmaları İngiliz hükümetince tehlikeli görüldüğü için Hilal dergisi 18 Kasım 1914'te yasaklandı ve kapatıldı. Mevlana Ebu'l Kelam Azad İslam dünyasının büyük buhran ve karışıklıklara şahit olduğu, ancak bununla birlikte çağdaşları Afgani, Abduh, Reşid Rıza, Mevdudi gibi öncü şahsiyetlerin yetiştiği bir dönemde, Hindistan'daki İslami direnişe soluk verdi. Yoğun İngiliz baskısına ve Osmanlı İmparatorluğu'nda görülen çözülmenin Hind yarımadasındaki etkilerine rağmen Azad'ın hayatı yılmayan bir mücadeleyle geçti. Dönemindeki Sir Seyyid Ahmed Han ve yandaşlarının gösterdiği İngiliz bağımlısı politikayı yoğun eleştirilere tabi tutan Azad, İngilizler'e karşı savaşta halkın direnişine öncülük etti. Azad'ın taviz vermeyen bu mücadeleci kimliği, döneminde Hindistan'da görülen İslami canlılıkta önemli paya sahipken, kendisinden sonraki nesillere de örneklik etti. Hilal dergisinin kapatılmasından bir sene sonra yeni bir haftalık dergi yayınlamaya başlayan Azad bu dergide de sahip olduğu fikirleri savunmaya devam etti. Belağ adlı bu haftalık derginin ilk sayısını Kasım 1915'te yayınlayan Azad'ın emperyalizme karşı tavrı daha da sertleşti. Bunun üzerine Azad'ın Belağ dergisi de 3 Nisan 1916'da kapatıldı. Haftalık Belağ dergisinde Tercümanu'l-Kur'an diye adlandırılan Kur'an mealini ve Tefsiru'l-Beyan adlı tefsiri hazırlamayı düşündüğünü ilan eden Azad'ın bu ilanının üzerinden birkaç ay geçmemişti ki 3 Mart 1916'da Bengal hükümeti, Hind yönetiminin baskısı altında Azad'ın Bengal'den sürülmesi için emir çıkarttı. Emrin ani olması Azad'ın Belağ'ı devam ettirecek hazırlıkları yapmasına veya Tercümanü'l-Kur'an ve Tefsiru'l-Beyan'ın planlanan yayınlarını hazırlamasına süre bırakmamıştı. 1921 yılı sonunda Hindistan'da İngilizler'e karşı başlatılan boykot hareketi gün geçtikçe güçleniyordu. Bunun üzerine İngiliz hükümeti toplantı ve konuşma hürriyetini kaldırdı. Bu şiddet yasağına karşı itaat etmeme emrini veren Ebu'l Kelam Azad'la birlikte elli bini aşkın insan tutuklandı. Azad'ın uzun süren meal ve tefsir hazırlığından geriye hiç bir şey kalmamıştı. Önceden hazırlanıp kaybedilen her şeyin yeniden hazırlaması çok zor olduğu için bir müddet yazma cesaretini kendisinde bulamayan Azad 1927 yılı bitmek üzereyken meal ve tefsir çalışmasını yeniden yazmaya karar verdi. Fatiha Suresi'nin Kur'an tefsiri için birinci derecede önemi olduğunu hissettiği için ilk dikkati ona yöneldi ve 20 Temmuz 1930'da Mecrut Cezaevi'nde iken çalışmasını bitirdi. Zindan hayatından sonra da mücadelesine devam eden Azad, 35 yaşında Hindistan Milli Kongresi ve 1940 yılında Hindistan Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçildi. Bu vazifelerdeyken emperyalist güçlerle uzlaşmaya gitmedi. İngilizlerin Hint müslümanlarını parçalayacak olan Pakistan projesine karşı çıktı. Bu konudaki tavrı, İngilizleri rahatsız ettiğinden 53 yaşında 1942'nin Ağustosundan itibaren 6 kez tutuklanıp hapsedildi. 1948 yılında bağımsız Hindistan'da Pandit Nehru hükümetinde "Başbakan Yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı" olarak vazife alan Azad hayatının sonuna kadar bu makamda kaldı, hayatını tamamen hizmete ve ilmi çalışmalara veren Azad, 1958 yılında vefat etti.

İZMİRLİ İSMAİL HAKKI Kimdir

>

İZMİRLİ İSMAİL HAKKI

(1868–1946)

“Metodum şudur: Hz. Muhammed’den başka hiçbir Müslümanı masum bilmem. Bütün âlimlerin sözlerini, yalnız burhan ve delille kabul ederim. Lehte ve aleyhte olanların sözlerini dinlerim. Hiçbir âlimin şiddetli taraftarı değilim. Hiçbir âlimin sözünü vahiy telakki etmem… Hanbelî de değilim, Eş’ari de… Körü körüne tasavvufçulara da kelamcılara da tabi olmam. Mensubiyetim ancak İslam dininedir. Tarikatım ancak en hayırlı tarikat olan Tarikat-ı Muhammediye’dir…”

1868’de doğdu. İlk ve Orta tahsilini İzmir’de yaptı. İkiçeşmelik İbtidai Mektebi’ni ve Rüştiye’yi bitirdi. Medrese derslerine devam etti. Daha sonra İstanbul’a gelerek yeni açılan Dârü’l-Muallim-i Âli-ye’ye girdi(1892) ve Dârü’l-Muallim-i birincilikle bitirdi(1894).

1908’de çıkmaya başlayan Sıratı Müstakim ekibine katıldı, daha sonra Sebilürreşad adıyla yayımını sürdüren Mecmua’da pek çok yazısı çıktı, özellikle tartışma ve cevap türü yazılarını burada neşretti.

İzmirli’nin mesleği tam anlamıyla öğretmenlik ve hocalıktır. O tam anlamıyla bir Osmanlı muallimidir. Ders verdiği okullar ve yazdığı eserlere bakıldığında bu daha iyi anlaşılır. Mülkiye Mektebi’nde Arapça, Kelam, İslam Tarihi, Fıkıh Usulü, Mecelle (1904–1908), Daru’ş-Şafaka’da Mantık, Kelam, İslam Tarihi, Daru’l-Funun’un İlahiyat’ta Fıkıh Usulu, ilmi-Hılaf, Hikmeti-Teşri, Siyer, Arap Felsefesi, Hadis ve Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi, İslam Tarihi, Daru’l-Funun Edebiyatta Felsefe, Felsefe Tarihi, İslam Felsefesi, Mantık, Metafizik, Arap Edebiyatı ( 1911–1915), Mektebi Hukuk’da Fıkıh Usulu; Sahnı Süleymaniye’de Felsefei ilmi-Hilaf, Hikmeti Teşri; Medresetü’l-Mütehassısın’de İslam Felsefesi Tarihi, Metafizik, Dinler Tarihi, Medresetu’l-Vaizin’de Kelam, Felsefe, Dinler Tarihi, İstanbul Üniv. Edebiyat Fakultesi’nde ( 1933’ den sonra) Hadis ve Tefsir Tarihi dersleri okuttu. Ord. Prof.’luğa yükseldi.

Düşünce Dünyası

İzmirli İsmail hakkı’nın düşünce dünyası, yıkılmakta olan bir medeniyetin dert ve acılarını yüreğinde hisseden bir aydının umutlarını yansıtır.

İsmail Hakkı, İslam düşüncesini karşılaştırmalı düşünce ve felsefe tarihi bağlamında yeniden inşa etmek ister. Bu konuda kaleme aldığı ‘Yeni İlm-i Kelam’ı Türkiye İslamcılığının düşünce havsalasını yansıtması bakımından oldukça önemlidir. O, akıl ve din, İslam, felsefe konularında şöyle der: “Din taklidi kötüler, aklı bütün sınırlamalardan kurtararak bağımsızlaştırır, ta ki orada ancak Allah düşüncesi doğsun. Aklın kendi alanında faaliyetine sınır yoktur. Din, akaidi akli delillerle beyan eder, adap ve ahlakı ruhi ve cismani faydalara yaklaştırır, dünyevi hükümlerini insanların faydasına olacak şekilde indirir. Düşünce özgürlüğü insanlarda tabii ve fıtridir. Hürriyet, düşünce özgürlüğünün tecelligâhıdır. Diğer milletler din adamlarının taklit zincirleri ve sultanların tahakkümü altında inlerken İslam her ikisini de söküp atmıştır. İslam’ın en büyük alameti taklit zincirlerini kırarak insanları apaçık delillerle yüz yüze getirmektir. Tefekkür, düşünme, ibret alma ve içtihat gibi aklî hususlar İslam ahkâmının ruhudur…”

İsmail Hakkı, zihin dünyasına şekil veren temel metodu, kendi ifadesiyle şu şekilde ifadelendirir: “Meslek ve metodum şudur; Hz. Muhammed’den başka hiçbir Müslümanı masum bilmem. Bütün âlimlerin sözlerini, yalnız burhan ve delille kabul ederim. Lehte ve aleyhte olanların sözlerini dinlerim. Hiçbir âlimin şiddetli taraftarı değilim. Hiçbir âlimin sözünü vahiy telakki etmem… Hanbelî de değilim, Eş’ari de… Körü körüne tasavvufçulara da kelamcılara da tabi olmam. Mensubiyetim ancak İslam dininedir. Tarikatım ancak en hayırlı tarikat olan Tarikat-ı Muhammediye’dir… Her zaman aldığım son görüş son Peygamber’in görüşüdür. Yalnız onun ümmetindenim, yalnız onun şiddetli savunucusuyum. Hak taraftarıyım, her nerede bir hakikat kokusu alırsam hemen ona el atarım. “Hak, tabi olmaya en layık olandır” (Yunus, 10/35) ayeti düsturumdur…”

Yenilik Arayışı

İzmirli’nin özellikle “Yeni İlm-i Kelam”ı yazarken müsbet bir yenilik düşüncesinden hareket ettiğini görüyoruz. İzmirliyi bu yenilik anlayışı içinde harekete geçiren sebeplerin başında; bir takım insanların İslam’a saldırarak inançlarımıza hurafe, dini ahkâmımıza da geride kalmış kurallar olarak bakması gelmektedir. Dini müdafaa etmek isteyen zevatın vurdumduymazlığı da cabasıdır. ‘En önemli sebep ise dosdoğru olan dinimizin bir türlü kendini anlatamamasıdır’ diyen İzmirli, bunu İslam’ın değil bizim bir ayıbımız olduğunu da özellikle vurgular. İslam’ın asıl olan özünün anlaşılmadığından şikâyet etmektedir.

İzmirli, Dehlevi tarafından ‘daimi din, değişen şeriat’ şeklinde formülize edilen fikri kabul etmekle birlikte, bunun ancak Ebu Hanife ve Şatibi’nin kabul ettiği; ‘dinin değişmeyen yüzü itikadi, ahlaki, ibadi ve takdir edilmiş cezalar (hadler)’dir’ görüşünü benimseyerek kayıt düşer.

İzmirli, İslam’ın önceki yenilikçi birikimine ilgi duymakta, seçmeci bir tavırla, aktarma üslubu ile de olsa bu çizgiyi sahiplenmektedir. İslam düşüncesinde (kelamında) bir yenilenmenin olması gerektiğini açık bir dille söylemektedir. Ontolojik olarak âlemin tecrübî akılla kavranması gerektiğini dile getirmekte, epistemolojik olarak bu çerçevede aklı ve vahyi yerli yerine oturtmaktadır.

Tıpkı Elmalılı gibi İzmirli’nin de yeniliği ‘süreklilik içinde değişim’ olarak algıladığı unutulmamalıdır.

01 Şubat 1946’da Ankara’da vefat eden İzmirli İsmail Hakkı; Arapça, Farsça, Fransızca, Rusça ve Latince bilmektedir.

Bazı Eserleri: Yeni İlmi Kelam, Miyaru’l-Ulum, Mantıki Tatbiki ve Fenni Esalib, Kitabu’l-İfta ve’l-Kaza, İlmi Mantık, Usuli Fıkıh Dersleri, Fenni Menahic, Muhtasar Felsefei Ula, Mizanu’l-İtidal, Felsefe Dersleri, İlmi Hılaf, Siyeri Celilei Nebeviyye, Meani-i Kur’an.

FİLİBELİ AHMET HİLMİ Kimdir

FİLİBELİ AHMET HİLMİ

Ahmet Hilmi, 1281/1865 yılında şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Polovdiv (Filibe)’de doğar. Filibe ismi M.Ö 342’de şehri bir tepe üzerinde kuran Makedonya kralı II. Filip’e dayanır. Filibe 1361’de Osmanlıların egemenliğine geçmiş ve 1878’deki Osmanlı-Rus harbine kadar yaklaşık olarak eş yüz yıl kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalır. Filibeli Ahmet Hilmi’nin babası Şahbender (konsolos) Süleyman Bey, annesi Şevkiye hanım ‘dır. Ahmet Hilmi ilk tahsilini Filibe’de yaptıktan sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisi’nden mezun olur. Ailesiyle birlikte bir müddet İzmir’de bulunur. Daha sonra Düyun-u Umumiye idaresine girerek memuriyet hayatına başlar (1890). Görevli olarak Beyrut’a gönderilir. Burada Jöntürkler’le ilişki kurar. Büyük ölçüde onların etkisiyle Mısır’a kaçar. Mısır’da iken Terakki-i Osmanî cemiyetine üye olur. Yine Mısır’da “Çaylak” adında bir dergi çıkarır.

1901 yılında İstanbul’a dönse de siyasi suçlu olarak yakalanıp Fizan’a sürülür. Fizan’da iken belki sürgün hayatının etkisi ile tasavvufa merak sarar. Arusi tarikatına girer. Bu intisabın etkileri daha sonra yazdığı kitaplarına yansıyacaktır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul’a döner ve İttihad-ı İslam adlı bir haftalık gazete çıkarır (1908). Filibeli 18 sayı çıkan bu gazetede o dönem üzerinde çokça durulan ve Osmanlı Devletinin siyaset olarak bel bağladığı İttihad-i İslam (İslam Birliği) siyasetini birçok yönüyle ele almaya çalışır. 1910’da ise haftalık Hikmet Gazetesini çıkarmaya başlar. 9 Eylül 1911’de günlük Hikmet gazetesini çıkarmaya başlar. Bu gazetede yazdığı yazılarda İttihat ve Terakki’yi eleştirir. Bu sebeple bir buçuk ayda beş defa kapatılır. Aynı yıl içinde gazetesi ve matbaası süresiz kapatılarak Bursa’ya sürülür. 1912 Ağustosunda Hikmet’i yeniden çıkarmaya başlar, bu dönemde Birinci Dünya savaşı Balkan savaşlarının çıkacağına dair yazılar yazar.

Filibeli, yenileşme meselesini geleceğe ait bir ölüm kalım meselesi olarak görür. Ona göre hayat yenileşme demektir. Bir hali muhafaza fikriyle hayat fikrini bileştirebilmek için kara cahil veya tamamıyla cahil olmak gerekir. Evrim süreci, zaman ve çevrenin değişimi, şahıslar gibi toplumları doğal seçimlere mecbur bırakır. Bu mecburiyetten kaçınmaya kalkışmak, fikri duraklamadır ki, önce hastalığı sonra da ölümü doğurur.

Filibeli’ye göre geçen bin yılda İslam âlemine hâkim olan eğilimler bu gerçeklerden habersiz olmakla kalmadılar, Müslümanları zamanın dışına ittiler. İslam toplumunu, Rabbani irade demek olan sünnetullah, yani tabiata ve insana hükmeden kanunlarla karşı karşıya getirdiler, İslam toplumlarını, bu Rabbani iradeye çarparak kırdılar. Çağlar boyunca duraklama ve alçalma amilleri, İslam binasını kemirip, temellerini yıprattıktan sonra, dış saldırıların da başlamasıyla, üç yüz yıldır İslam âlemi cehaletin zulmetiyle karardı, bütünüyle mahkûm hale geldi. Daha sonra bu çöküşün ve sefaletin neden olduğunu sormaya başladılar.

Filibeli, ıslahat ve yenilik için “içtihat” kurumunun işletilmesini savunur. Ona göre içtihat küçücük, fakat çok etkili bir kelimedir. “içtihat kapısı kapandı” demek ruhi ve toplumsala ihtiyaçlara çare arama kapısı kapandı demektir. Böyle bir söz, bir sosyal topluluğun dini hislerine ve ihtiyaçlarına idam hükmü vermekten başka bir mana taşımaz. Çünkü bu söz aynı zamanda tabii ve insani kanunları, zamanın ve çevrenin sürekli değişimini, gelişim ve ilerlemeyi, insanlığı inkâr etmek demektir. Oysa içtihadın zamanın ortaya çıkardığı ihtiyacı görmek anlamına geldiği bilinmelidir.

Dönemin İslamcılık akımına dâhil olan ve bu fikir etrafından görüşler beyan eden Filibeli, “Meclis-i Ali İçtihat” kurulu adından yüksek içtihat kurulunun oluşturulmasını ve bu kurulun dünyadaki meşhur Müslüman mütefekkirlerden oluşması gerektiğini söyler. Bunların yapacağı içtihatların Müslümanlar için yol gösterici olacağını söyleyen Filibeli, bu kurulun “Tevhid-i Mesahip” yani var olan mezheplerin incelenerek tek bir çatı altında toplanması gibi bir vazifesinin olduğunu da söylemektedir.

Filibeli’ye göre bu umumi mezhebin en belirgin vasfı “hikmet ve siret” olmasıdır. Ayrıntı kabilinden şekilciliğe dalarak dini hissi öldürmemelidir. Üzerinden durulacak en önemli konu “tevhidin” adam akıllı ortaya konması olmalıdır. İslam dünyası tenzih ve teşbih anlayışının getirdiği yanlış bir Allah tasavvuru ile sapmalara uğramıştır. Filibeli bu konuların ele alınması ile Müslümanların ontolojik tasavvurunu yeniden inşa etmek ister gibidir. Ona göre “Ne şöyledir ne de böyle” itikadi sapmalar olmuştur. Bir yanda boşluğa ulûhiyet atfedenler, diğer yanda insana, türbe ve hatıralara tapanlara kadar ontolojik denge bozulmuştur. Allah tasavvuru yara almıştır. Müslümanların zihninde “Arş denen yerde oturan bir tanrı” fikri yerleşmiştir.

Eserleri: Abdülhamid ve Seyyid Muhammedü'l Mehdi ve Asr-ı Hamidi'de Alem-i İslâm ve Sunisîler (1325/1909), Tarih-i İslâm (2 cilt, 1326/1910), A'mak-ı Hayâl (1326), Vay Kız Beğciği Seviyor (1326), Öksüz Turgut (1326), İstibdadın Vahşetleri yahut Bir Fedainin Ölümü (1326), Allah-ı İnkar Mümkün müdür? Yahut Huzur-ı Fende Mesâlik-i Küfür (1327/1911), Felsefeden Birinci Kitap: İlm-i Ahval-i Ruh (1327), Yirminci Asırda Alem-i İslâm ve Avrupa (1327), Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebimizi Bilelim (h.1331/1915), Muhalefetin İflâsı (h.1331), Huzur-ı Akl ü Fende Maddîyyûn Meslek-i Dalâleti (h. 1332/1916), Yeni Akadi: Üssü İslâm (h.1332), Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz (1329/1913), Akvâm-ı Cihan (1329), Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? (1329), Türk Armağanı (ty.), Müslümanlar Dinleyiniz (ty.).